28 Aralık 2012 Cuma

Çok mu fazla bu sitem

Yağmur yağıyor,
Gökyüzü ıslak,
Gökyüzünden düşen bin parça.


Ağlıyorum,
Yüzüm ıslak,
Yüzümden düşen bin parça.


Yağmur damlaları soğuk...
Gözyaşlarım sıcak, çok sıcak.

İçim sıkılıyor bazen, nerede ve neden olduğumu unutuyorum. Kelimelerin ardına sığınıyorum kimi zaman, sonra bir ses geliyor, uzaktan... Ama pek bir yakından.

"Kelimelerle can acıtmak dışında bir şey yapamazsın. "

Canım acıyor. Kelimelerim kırılıyor. Anlamlarını ve varoluşlarının sebeplerini unutuyorlar. Yüreğim sıkışıyor, ellerim titrek, başım dönüyor.  Sonra bir başka ses, aynı ses, ama daha karmaşık.


" Anlamıyorum. Bu kadar karmaşık konuşma"

Halbuki konuşmuyorum, sadece yazıyorum. Yazdıklarım sıkıcı, can sıkıcı...
Duydularımdan bir farkı yok sözlerimin.
Yürüyorum, nereye gittiğimin önemi yok.
Biliyorum, neyi bildiğimin önemi yok.
Hissediyorum..

" Yalnızca senin hislerin yok !"
-bulut

22 Kasım 2012 Perşembe

Bir Bulut

Ağlamak...
Sahi, size göre de güçsüzlüğün simgesi mi?
Ben öyle düşünmüyorum... Öyle anlar oldu ki kendimi tuttuğum, bırakamadığım, dizlerim titrese de dimdik durduğum... Şimdi bakıyorumda içimi delip geçen, yaralar açan olaylara değil de gözyaşlarıma direnmişim ben o zamanlar da, sahip olduğum tek şeye gözyaşlarıma direnmişim. Keşke ağlasaymışım diyorum şimdi, keşke bağıra bağıra kendimi yerlere ata ata ağlasaymışım. Güçsüz gözükmemek adına, gücüme direnmişim çünkü. Sırf kendimi güçlü sanabilmek için gücümü yitirmişim.

Gözyaşı...
Tuzlu,
Islak,
Çok fazla...

Siz hiç yağmur damlalarını sımsıkı tutan bulut gördünüz mü? İşte ben o buluttum. Şimşekler çakıyordu içimde, derinlerde bir yerlerde, hiç yağmadım, hiç boşaltmadım içimi... Şimdilerde sağnak yağışlara gebeyim, bir bir peydah ediyorum. Bir bir. İkilemelerin ardına sığınmış bir bulutum ben, adım gözlerimde. Gözlerim yaşlarla dolu. Ne kadar yaş varsa içimde, ne kadarına sahipsem akıtıyorum, arınmak adına. Kendi gücümle arınıyorum !

Her ağladığımda yağmurlar yağıyor seninle benim şehrime,
Her ağladığımda yağmurlar yağdırıyorum üzerimize, bereket niyetine.
Ben yaşlı bir bulutum sevgilim, bir bulut... Bir yağmur bulutu...
Ağlıyorum, kırgınlıklarımızın üstüne,
Seni seviyorum diye diye.
Ellerin ellerimde, gidiyoruz gökyüzüne....


Bırakma sevgilim, aşk hep bizimle.
-bulut





31 Ekim 2012 Çarşamba

Sevgi

Eğer ondan mutluluğu çizmesini isteseydim, beni çizerdi...
Oysa benim için mutluluk onun aynadaki yansımasından ibaretti.

Bir kış mevsiminde çıktı karşıma...
Bir kış gecesi... Siz hiç gece vakti güneş gördünüz mü? Kocaman bir ışık huzmesi gibiydi... Beni yörüngesine alıyor, onunla birlikte aynı yörüngede akıp gidiyordum. İçimi ısıtıyordu. Daha önce içimi bu denli ısıtan bir güneş görmemiştim. Daha önce bedenimi bu denli yakından kavuran, beni susuz bırakan bir nesne görmemiştim yeryüzünde. Ve ben sanırım daha önce hiç güneş görmemiştim... Kalbim acıyordu, durdurmak istiyordum kendimi, bu atışları. Beynimi yerinden söküp atmak istiyordum. İçim sıcacık, dudaklarım susuzdu...
Dokunuyordu,
Acıtmadan... İçime, dışıma, mahrem yerlerime; Kalbime dokunuyordu. Farkında değildi, yarınıma, bugünüme, dünüme, geleceğime, mideme dokunduğunun. Nasılda seviyordum onu, nasılda kadınlaşıyordum ona her baktığımda. Küçücük bedenim devleşiyordu, sesim büyüyor, gözlerim parlıyor, saçlarım ışıldıyordu. Onu tanımadan önce kendimi kadın sanışlarıma kızıyordum, onu tanımadan önce minicik bir kız çocuğu olduğumu göremeyişime kızıyordum.
Mevsimler geçiyor, mevsimler geçtikçe daha çok seviyordum onu. Aşk dudaklarımda, tenimde, yüreğimde ve yaşamımın her yerindeydi. Aşkla dans ediyordum. Aşk belimden kavrıyor, saçlarımı savuruyordu. Ayaklarımı hissetmiyordum.
Hayat akıp gidiyordu, ben de gidiyordum, günler de. Hiçbir şey durmuyordu yerinde, hiçbir şey olduğu yerde ve sabit kalamıyordu. İnsanlar ölüyordu, insanlar doğuyordu, güneş batıyor, ay doğuyordu. Birileri bir yerlerde kavga edip ayrılıyor, birileri bir yerlerde aşık oluyordu. Her şey değişiyordu... Gidiyordu... Şehirler, evler , otobüs durakları... Hepsi gidiyordu. Bir o kalıyordu geriye. Yerli yerinde, olanca sevgisiyle, olanca sevgimle...Öylesine işlemişti ki içime, öylesine bedenimdeydi ki, dünyanın en güzel sevişmesi bile az kalıyordu. Yüreği yüreğime giriyordu. Yüreği yüreğime bütün olunca, bedeni bedenim oluyordu.
Seviyordum.
Kendimi kırarak, canımı acıtarak, içimi kanırtarak, hayallerimi doyurarak, gülerek, kahkahalara boğularak seviyordum. Hiç bitmeyecek gibi, hep varmış gibi...
Suyu sevdiğim gibi seviyordum onu. Onsuz yapamıyordum. Elimi, kolumu sevdiğim gibi seviyordum onu... Bedenim gibi. Benim gibi...
Yüreği hep yüreğimde gibi.

-bulut

22 Ekim 2012 Pazartesi

Yok oluş

Kelimelerin içimdeki yansıması , bedenime yayılışı ve oradan çıkıp yüreğime saplanışı arasında bir tatlı su balığının su yüzeyine çıkıp nefes alışı kadar kısa bir mesafe var. Bir kirpik boyu yol alıyor hislerim yüreğimi acıtmadan önce. Bir kirpiğin reflekslere dayanarak kıpırdanışı kadar hafif, sonsuza kadar asla kıpırdamayacağını bilecek kadar hüzünlü benim hikayem...

Ne zaman başladı ruhumun bu hastalığı? Ne zaman başladı dur durak demeden beynimin her kıvrımını acıtan düşüncelerim ? Yaralarımı görmeye ne zaman başladım da onlara böylesine sırt çevirmeye programlandı kalbim? Bilmiyorum... Tek bildiğim, hayatla gerçek, gerçekle hayal arasında bir yerlerde kendi evrenimi yarattığım. Tek bildiğim henüz çok küçükken ellerimi yukarı kaldırıp, direnişim. Tek bildiğim, bildiklerim kadar güçsüz olduğum.

Müziğin sesini duyuyor musunuz? Sonsuza kadar açık sesinin yüksekliği kulaklarımı tırmalıyor. Daha önce hiç duymadığım bir tür çalıyor kulaklarımda. Bağırışlar, kavgalar, kahkahalar, küçük sürprizler, mutluluklar, gözyaşları, heyecan, acı, rahatlama... Uysallık ve direniş. Hepsini harmanlayıp, kulaklarımın içine doldurmuşlar sanki. Müzik hiç kapanmıyor, o kulaklarımda hep çalıyor... Bazen kendimi kaptırıp dans ederken buluyorum bedenimi... Gittikçe hızlanıyor. Ellerim ayaklarım birbirine dolanıyor. Yok oluyorum... Uzay boşluğunda dans ediyorum, gidiyorum, ama sonu yok... Gidiyorum, ama nereye gittiğimi bilmiyorum. Ruhumun gıdası değil bu... Ruhum aç, bedenim yorgun...


Bacaklarımı karnımı çekerek ağlamaya, düşünmeye başlayalı çok oldu. Ana rahminde aldığım cenin pozisyonu bir dejavu gibi her gün, her an ve her saat benimle birlikte. Ama ana rahmindeki kadar güçlü değilim. Nerede kesildi kordon bağlarım? Nerede kesildi nefes alışım? Küçücük bir su birikintisi içindeyim, o su birikintisinin içinde fırtınalar kopardığım sanılıyor... Oysa ben boğuluyorum, kimse görmüyor.


Mutluluk...
Tadı damağımda olan tek şey sanırım. Aynı özgürlük gibi. Bulunca kaybedilen şeylerden, sahip olunca yitirilen şeylerden biri. Yitirmemek için tırnaklarımı geçirdiğim, tırnaklarımla zarar verdiğim, kanattığım, yaralar açtığım şey. Mutluluk ! Benim mutluluğum.... Ve içimde gittikçe yükselen aşk... Benim aşkım...


Sürükleniyorum.
Nereye olduğunun bir önemi yok. Küllerinden doğmak benim için fazla cüretkar bir cümle olurdu... Biliyorum. Ancak neden her seferinde yeniden doğuyorum? Neden her seferinde sıfır noktasından yükseliyorum? Ve neden her seferinde bulutlardan, sıfır noktasına çarpıyorum? Çarptıkça kırılıyorum, kanıyorum.



Sağduyumu ve kontrol mekanizmamı yavaş yavaş kaybediyorum...
İç ve dış etkenler beni yok ediyor. Bir oksijen tüpünün içindeyim. Nefes alamıyorum. Benim için yapılacak hiçbir şey yok...

Yok oluyorum...

Bulut.


10 Eylül 2012 Pazartesi

SON kez

Yapraklar bir bir düşmeye hazırlanıyor sevgilim...
Bense sımsıkı sana tutunuyorum. Düşmemek için... Daha yaşamak için çok zamanım var. Daha senin kokunu içime çekerek nefes almak için çok günüm var biliyorum... Sen de bil !


İçim üşüyor kimi zaman, ve kimi zamanda gözlerim. İçimi ısıtmaya yetecek kadar şefkat dolusun sevgilim, ve gözlerimi güldürebilecek kadar umut verici. Aylar önce tuttuğun ellerime işlemiş kokun, aylar önce sahibi olduğun yüreğim karışmış yüreğine, saçlarım aşk kokuyor , saçların sevgi.
Aşk böylesine güzel bir duygu muydu? Böylesine huzur mu verirdi insanın içine? İnan senden öncesini bilmiyorum, bu hisleri ömrümde yaşadım mı emin bile değilim bakarsan. İnsan böylesine sevebilir miydi bir başkasını, böylesine dokunabilir miydi büyük bir zevkle onun yüreğine? Isıtabilir miydi hayallerini bir masum öpücükle? Koklayabilir miydi bunca sevecen tenini? Hepsini sende öğrendim... Sen de öğren !


Ellerini sımsıkı tuttuğumda anladım dünyanın ne derece hızlı döndüğünü, ellerini sımsıkı tuttuğunda anladım dünyada yalnız savaş değil aşk da olduğunu, barışın bir isimden çok bir sevgi eylemi olduğunu...   Bırakma!

Ellerimi tut sevgilim... Sımsıkı tut... Daha anlamam, bilmem ve görmem gereken çok şey var yeryüzünde. Sen olmazsan yapamam, düşerim bir yaprak gibi... Sen olmazsan elim , kolum, kalbim her şey  gider... Sen gidersin sevgilim, aşk gider, yüreğim gider, bir büyük aşk yok olur gider... Sen GİTME !


- ilk kez "ilk kez böyle oluyorum" demedim , tamam kabul...
Ama ilk kez " son kez böyle olmak istiyorum..."

SEN DE İSTE !


-bulut



23 Ağustos 2012 Perşembe

İç huzur

İç huzurumu bulabilme inancıyla yürüdüğüm bir yol var. Her şeyden arınmış olarak yürüdüğüm bir yol.
Yolun sonunu hiçbir şekilde tahmin edemiyorum, gözlerimi kapadığım ve kendimi bundan bir kaç sene sonrasında gördüğüm zaman egolarıma yenik düşerek iyi yerlerde hissediyorum silüetimi. Kendime kötülükleri, büyük felaketleri ve güçsüzlüğü yakıştıramadığımdan olsa gerek. Oysa öylesine güçsüz bir bedene ve ruha sahibim ki... Son zamanlarda dindiremediğim bir şiddetle hissediyorum bunu. GÜÇSÜZLÜK. Bütün bedenimi eline geçiren, kontrol mekanizmalarımı çürüten, ruhumu ve varlığımı tehdit eden tek şey bugünlerde. Bununla her yüzleştiğimde daha da bitkin ve yorgun olduğumu görebiliyorum. Bedenim dur durak demeden bir boşluğa doğru yuvarlanıyor sanki, ve bu boşluk yoklukların içinde yoruyor beni. Kollarım, ayaklarım, ellerim ve ruhum ağrıyor. Gün geçtikçe daha da tükenmiş ve daha da bitkin buluyorum dünümü... Düşmekten öylesine korkuyor ve öylesine çekiniyorum ki. Ayaklarım var gücüyle ağrısa da ben ayakta olabilmeyi istiyorum. Sağlığım gün geçtikçe kötüleşiyor. Ama ben sağlığıma bağlı bir hayat yaşamayı istemiyor, yarına odaklanıyorum.
Ruhum sendeleniyor bazen.
Ruhum...
Şimdiye kadar birçok şeye tanıklık eden ve dahi kendi başına her şeyi yaşayan, ancak benimle bir bütün olan ruhum. Kırgınlıklara gelemeyen, her kırgınlıkta bizzat kendisi kırılan, paramparça olan ruhum...
Yarınlarımın aydınlık olduğunu bilmeye öylesine ihtiyacım var ki. İnsan bazen desteklenmek istiyor. İnsan bazen, elleri ve kolları hareket edemediğinde bir ele bir kola , yaslanabileceği bir bedene ihtiyaç duyuyor.
Çok yalnız kaldım.
Kendim yaptım bunu. Herkesi basit bir el hareketiyle hayatımın her zerresinden uzaklaştırdım. Böyle daha güçlü ve daha ayakta olabileceğime inandım. Söylenebilecek her türlü söze karşı kulaklarımı tıkadım. Öyle güçlü tıkadım ki, duymam gerekenleri bile duyamadım. Bir kez daha döndüğümde ne ses vardı, ne de söyleyen...
Ben yaptım bunu.
Çabucak, hiç farkettirmeden, bir ilizyon gibiydi.
Şimdi yarınlarıma baktığım zaman, kendime karşı hiç mütevazi olamıyorum. Cüretkar bir edayla, kendimi sonsuz mutluluğun koynunda buluyorum. Oysa biliyorum, mutluluk acı verebilen bir eylemdir. Eğer çok mutluyken, ufacık bir mutsuzluk hissi bedeninizi ele geçirirse acı çekersiniz. Eğer çok mutluysanız, bir gün bunun son bulacağını düşünür ve yine acı çekersiniz. Eğer çok mutluysanız, bir gün, sadece bir gün yapayalnız kaldığınızdan emin olur, ve mutluluğu kaybedersiniz.
Ben tüm bunları bile bile yarınlarımda da mutlu olduğumu görüyorum.
Korkuyla ve yalnızlıkla yüzleşmenin ne demek olduğunu öğrendiğim şu son günlerde, iç huzur istemenin kimseye bir zararı olmayacağını düşünüyorum.
Belki bana?
Belki bana bir zararı olacak... Ama artık düşünmek için fazla zamanım yok. Sınırlı zaman var her şeye. Mutluluğa ve mutsuzluğa. Düne ve bugüne...
Yürüyorum...
İçimde bir umut yürüyorum....
Yollar gidiyor, ben yürüyorum...

-bulut


5 Ağustos 2012 Pazar

Aşk Güzel Şey

Bazen nasılda kıskanıyorum onu, nasılda onun yerinde olmak istiyorum bir bilseniz. Kendi sevgimle övünüp, onun yerinde olabilmeyi düşlüyorum. Bazen de o benim yerimde olsun istiyorum. Onun sevgisiyle övünüyor, Çok sevilsin istiyorum. Sonra bir bakıyorum iç içeyiz onunla. Bir bütün gibi... Ayrılması muhtemel olmayan, ancak ve ancak iç içeyken etrafa ışıltılar saçan bir bütün gibi. Sanki bütün parçalanırsa bütün büyü bozulacak gibi.
Bana peri annenin elleri değdi biliyor musunuz? Sahi nereden bileceksiniz? Peri annenin yardımıyla hayatımın en berbat anında, prensin balosuna gitmeye hak kazandım ben. Prens benim oldu. Ben prensin. Yalnızca masallarda olduğuna inandığım bir çarçabuklukla tüm hayatım değişti çünkü. Vazgeçmekten, kaybetmekten korkacağım kadar değişti üstelik. Her sabah gözlerimi açtığımda "iyi ki" dememe neden olacak, dünyaya geldiğim saniyeden itibaren cümle içinde kurduğum yahut içimden geçirdiğim tüm keşkelerimi öldürecek kadar değişti.
Bazen bütün insanlara üzüldüğüm de oluyor. Çünkü yeryüzündeki hiçbir canlı dünyaya benim bakabildiğim gibi bakamıyor. Benim gözlerimin içinde saklı bir gerçek var çünkü. Benim gözlerimde dünyanın en güzel adamının öpücüğü var. Gözlerimden öper gibi bakıyor bana her defasında. Gözlerimin içine yerleşmek ister gibi, sanki hep oradaymış ve " oradan hiç çıkmak istemiyorum" der gibi bakıyor. Nehirler geçiyor onun gözlerinden biliyor musunuz ? Yeşil ve bal rengi nehirler... Bahçeler açılıyor önüme her seferinde. İçinde nefes almak istediğim, durup dinlenmek istediğim, bütün hayatımı inşa etmek istediğim bahçeler var. Bal gibi bakıyor gözleri, baldan bir renk... Renkten bir bal. Nehir gibi. Aşk gibi.
Ucuz cümlelerin ardına saklanmış bir sevgi patlaması değil bu. Bütün ucuzluklardan arındırılmış bir kadının, kadın olduğunu sanan bir çocuğun cümleleri yalnızca. Yalınlıkla eğitilmiş, küçük bir gülümsemeyle hayat bulmuş, hayatının tamamını o küçük gülümsemeye adayacak kadar aşık bir kadının, bir gün evrende yok olacak cümleleri. Sahi bir gün yok olacak değil mi tüm bu hislerim ? Bir gün bir şey olacak ve bütün hislerim uzay boşluğunda yolunu arayacak. Umutsuz değil cümlelerim lakin büyük felaketlere baş kaldıramayacak kadar aciz ve henüz çocuk.
Korkarım kaybetmekten. Kaybın büyüklüğünden midir bu korku yoksa kaybetmenin şanından mıdır bilinmez ama, aşkın olduğu her yerde kaybetme korkusunun galip geldiğini bilirim. İnsan bir gülümsemeye adarsa tüm ömrünü, sırf o gülümsemeye  sırf o yeşil bahçelere, baldan bir gülüşe bir ömür inşa etmeyi koymuşsa kafasına, omuzlarındaki yükler daha da ağır gelir ona. Ancak o gülümsemeyi her gördüğünde bulutlardan selam getirir dünyaya...
Sevilmek istediğim gibi seviliyorum.
Sevmek istediğim gibi seviyorum.
"Hayatımda ilk kez" ile başlayan cüretkar cümleler kurmayı pek severim lakin ilk kez gerçek anlamıyla kullanıyorum ki; hayatımda ilk kez olmak istediğim yerdeyim.
Hayatımda ilk kez yürüdüğüm bir yoldan eminim.
Hayatımda ilk kez yürüdüğüm bir yolun her köşe başını, her durağını, her evini, her bahçesini çok seviyorum.

Onun gözlerinde uykuya daldığımı söylemiş miydim ? Güzel ninnilerle, güzel düşlere uğurluyor beni... Güzel bakan gözlerle, güzel gecelere uyuyorum. Uyandığımda o bahçelerde geziyorum. Gezdiğim bu bahçeyi, bu baldan bahçeyi canımdan çok seviyorum.

Beni hep gülümsettiğini söylemiş miydim ? Ben gülümsediğimde kaybolur gözlerim, yok gibi... Hiç olmamış gibi... İncecik bir çizgi... Simsiyah bir çizgi olur.

Beni çok mutlu ettiğini, beni yeniden var ettiğini söylemiş miydim?
Sahi söylemiş miydim ne çok sevdiğimi?
Söylemiş miydim yüzündeki huzuru?
Siz bir de ona benim gözümden bakın...


-bulut

31 Temmuz 2012 Salı

Büyük Sevgiler

Sevmek, fiilen ve manen insanın kendisini en iyi hissetmesine yardımcı olan şey sanırım. Bütün yaraları onaran, bütün kırgınlıkları ve tükenişleri ortadan kaldıran tek şey hatta. Düşünüyorum da , büyük şehirlerde daha farklı seviyor insanlar. Daha farklı bağlanıyor ve daha farklı görüyor karşısındakini. Doğuyla batının farklı bir sentezini oluşturuyor buralarda insanlar. Puta tapıcılık bağnazlık sayılıyorken ve kendilerinden başka hiçbir değere , hiçbir maddeye çok fazla bağlanmayacaklarını iddia ediyorlarken karşılarına sevebilecekleri ölçüde biri çıktığı vakit, bütün değerlerinden vazgeçip adeta tapıyor ve bütün benliklerini feda edebiliyorlar. Bir çok sosyolojik araştırmaya göre bunun tam tersi savunulsa da , yani büyük şehirlerde yaşayan insanların sevgiye ve aşka hatta aile hayatına pek önem verilmediği saptansa da benim için tam tersi yönde işliyor bu görüş. Çünkü büyük şehirlerdeki insanlar daha da muhtaç kalıyorlar sevgiye... Ailelerinden, çevrelerinden ve tüm hayatlarından onları soyutlayabilecek tek güç karşı cinse duyulan açlık ve bu açlığın doğurduğu aşk oluyor çünkü. Yaşadıkları toplumun bütün yüklerini omuzlamışken, doğallıktan ve insanlıktan bir o kadar uzak hayatlar yaşarken, küçük toplumların, küçük şehirlerin sıcaklığını hiçbir zaman duyumsayamıyorken, en küçük bir sıcaklıkta kendilerini klimanın koynuna bırakırlarken , dağıtıp bölüştürmeleri gereken sevgiyi tek bir kişiye veriyorlar. Aşktan bahsediyorum ancak. Gerçek aşktan. İçinde aldatmanın, gönül eğlendirmenin, arkadan iş çevirmenin olmadığı, kıyamama dürtüsünün ağır bastığı gerçek aşklardan... Ve bu başlık altında bakarsak eğer gerçekten de farklı seviyor bu şehirdeki insanlar... Çünkü onların gece uyurken ellerini tutacak, büyük anlaşmalara, büyük imzalara adım atarken "ben varım" misyonunu yüklenecek kişilere ihtiyaçları oluyor. Onları en az onlar kadar anlayabilecek, onları tek değil çift hissettirebilecek, bu çiftlikten tekliği doğurabilecek  güzel ve güçlü kalpler istiyorlar. Komşuluk kavramının pek olmadığı bu şehirlerde insanlar sabahları bütün gülümsemelerini aşık oldukları kişilere, bütün denilmemiş günaydınlarını tek bir bedene, bütün çay kahve molalarını yüreklerindekine saklamak istiyorlar. Tekleştirmiyor büyük şehirdeki insanlar... Aile yapıyor karşısındakini, komşu, eş , dost, akraba , anne , baba , kardeş yapıyor. En iyi arkadaşı oluyor o onun. Saflıktan ve masumluktan bi hayli uzak olan bu kalabalık şehirlerde, gerçek aşkı buldukları an daha farklı seviyor bu güzel insanlar.
Çok çabuk unutuyor, çok çabuk seviyor, belki çok çabuk vazgeçiyorlar ama kabahat değil onlarınki... Onlar öyle çok yükleniyorlarki karşılarındakine, öyle çok sahipleniyorlar ki onu, dünyayı sırtında taşıyan Atlas'ın savaşı dahi daha hafif kalıyor onların yüklerinin yanında... Küçük dünyalardakiler daha mutlu ve daha çok şeye , daha çok sevgiye sahiplerken, büyük şehirlerdeki insanlar ceplerini doldurdukça tek bir kişiye kanıtlıyorlar sevgilerini... Daha fazla muhtaç oluyor, daha fazla sığınıyorlar çünkü. Küçük şehirlerin büyük çevreleri, büyük sorumlulukları, daha fazla akrabaları oldukları için paylaşma kelimesi onların doğalarından geliyor. Ancak büyük şehirdekiler yalnızca istedikleri için paylaşıyorlar bir şeyi. Yalnızca paylaşmaya muhtaç oldukları için belki de.
Kim ne derse desin, güzel seviyor büyük şehirdeki insanlar. Sımsıkı seviyor, sımsıkı sarılıyorlar karşılarındakine.
Aşkın bütün zerreciklerini yüreklerinde hissetmeyi istiyorlar ve nedense bu cinsellik başlığı altında incelendiğinde hor görülüyorlar. Seviyor buradaki insanlar, bedenlerini bedenlerle birleştirmeyi... Beyinlerindeki özgür kuşlar güle oynaya cıvıldaşırlarken bir kadın bir adamı cezbediyor çünkü. Bir kadın bir adamı cezbederken, açlık doğuyor çünkü. Hızlı yemeği seviyor buradaki insanlar... Hızlı ama tat verircesine...

Güzel seviyor büyük şehirlerin büyük abileri...
Büyük şehirlerin büyük hanımefendileri...
Büyük şehirlerin küçük kadınları ve adamları.


Ve ben, nerede bir büyük adam görsem bilirim çok sevdiğini,
Büyük şehirlerin büyük tasalarının arasında büyük sevgilerin olduğunu bilirim.
Bilirim büyük sevgilerin kıymetini... Ve geleceğini...
Büyük sevgilerin asla tükenmeyeceğini...
-bulut

23 Temmuz 2012 Pazartesi

Kırgınlık

Aslında şuanda farkında olmadan dünyanın en berbat hislerini okuyorsunuz. Ve elbette ki kelimelerine, cümlelerine dahi sansür uygulayan bir insanım artık. Bir ağız dolusu küfür biriktiriyorum ağzımda, ancak dile getirmeden yutuyorum onları. İnsan hep mi böyle olur kırgın olduğunda? Hep mi yutar kelimelerini? Bu kaçıncı kez susuşumuz acaba... Kaçıncı kez bir şeylerin üzerine peri tozları yağışını bekleyişimiz?  Daha kaç kere daha mucizeler bekleyeceğiz her şeyin mükemmel olması için?

Belki ben fazla mükemmelliyetçiyimdir, belki ben küçük cümleleri, küçük bakışları ve bu dünyada beni küçücük hissettirecek hiçbir şeyi kabul etmiyorumdur. Ve bunların hepsini sorun olarak gören bir ben varımdır. Ve sanırım sadece ben varım.

Düşünüyorum. Başkalarının kurarken düşünmediği cümleleri düşünüyorum. Fütursuzca ağızlarından çıkan, nereye,  ne şekilde ve hangi şiddetle gideceğini bilmedikleri ve düşünmedikleri cümlelerin içimde yarattığı o derin boşluğu düşünüyorum. Ve o boşluk öylesine derin, öylesine hafif ve bir o kadar da şiddetli açılıyor ki içimde... Dışarıdan bakıldığında küçük,anlamsız, ancak içine girdiğinde büyük ve can acıtıcı. Küçük şeyler de mide bulandırmaz mı zaten? Küçük şeyler büyüyerek acıtmaz mı insanın içini? Küçük şeyler, büyük sorunlara gebe değil midir?

İnsanlar diyorum, insanlar... Neden herkesin farklı olabileceğini ve buna saygı duymaları gerektiğini hiç düşünmüyor şayet düşünüyorlarsa neden buna uygun olarak konuşmuyorlar? Mütemadiyen bir boşluk açılıyor içimde... Dolduramadığım bir boşluk geliyor, bir yumru gibi boğazıma saplanıyor. Gözlerimi dolduruyor. Küçücük bir cümle, beni sırtına alıp farklı farklı şeyler düşündürüyor. İçimi deşiyor. İnancımı zayıflatıyor.

Yorgunum... Küçük şeylerle uğraşamayacak kadar yorgun zira küçük şeylerin içimi acıtmasına izin verecek kadar da aşık. Bir başkasının, benim gözümde tamamen başkasının kurduğu bir cümle neden etkiliyor beni böylesine bilemiyorum. Haddi olmayan insanların, had bildirme yarışında galip gelmek mi hazmedemediğim? Yoksa susuşlarımın vicdanı mı bu yaptığım ? Neden bu kadar değiştim? Neden bu kadar sessiz ve durağanım? Sahi, bu aynada gördüğüm bensem eğer, içimdeki kim?

İçimi deşiyorlar. İnsanlar zaten hep içimi deşiyorlar. Ben mutlu olduğumda geliyorlar, mutluluğumu alıp gidiyorlar. Ve bunu farkında olmadan, bilinçsizce yapıyorlar. Nasıl bir bilinçsizlik bu? Bir insan bir insanı kırmayı nasıl bu kadar kolay becerebilir? Ya da bir insan, sıradan bir cümleden nasıl bu denli etkilenebilir?


İleriyi düşünüyorum. Uzun zaman sonraları... Uzun ve gidilmeyi beklenen yolları. Karşıma hep bir cümle çıkıyor. Sahibinin ağzından izinsizce ve günahkarca çıkan bir cümle bütün hayallerimin ortasında bana gülümsüyor.

Sormayın o cümleyi...
Bir cümle işte. Bu kadar mühim mi? Beni kırmış olması, beni üzmüş olması, içimi deşip geçmiş olması yetmez mi?

Biliyor musunuz, bizim buralarda insanlar çok çabuk unutuyor...
Çok çabuk üstünü kapatıyor.
Her şeyin.
Bazen büyük kavgaların bazense küçük ama aslında büyük cümlelerin...
Her şey unutuluyor.
Ama o kırgınlık, o an hissettiklerim hep kalıyor.
Hiç gitmiyor.
Gitmiyor.

-bulut

20 Temmuz 2012 Cuma

Kitap ve Huzur

Bir süredir tek uğraşım kitap okumak. Bunun dışında arada bir dışarı çıkıp kahve içmek dışında yaptığım hiçbir şey yok henüz. Yıllardır okurum ben, gerçek bir kitap tutkunu olduğumu da çok iyi bilirim. Ancak son bir kaç gündür, kafamı kitaplardan kaldırmadığımı farkettim. Bu bazen insana keyif verebiliyor zira beyniniz fazlasıyla dolmamışsa. Okuduğu kitaplardaki karakterleri gerçek sanan kişilerdenim ben. Onların gerçekten var olduğuna inandığım andan itibaren, hikaye daha gerçekçi ve bir o kadar da ilgi çekici oluyor benim için. Kitap okumayı sevmeyenler, bu sözlerimi anlamayabilir. Ancak kitap okuma tutkusu, dünyadaki bir çok tutkuyla eş değer benim için. Bir insan var, oturup kafasının içindekileri, hayal gücünü, cümlelerini, noktalama işaretlerini yazıyor, bir nevi sırlarını aktarıyor, ve bu sırrı yalnızca o kitabı okuyanlar biliyor. Okumayanların asla bilemeyeceği türden bir sır bu. Biliyorum ki bir çoğunuz klişe cümlelerin ardına sığınıp " iki kişinin bildiği sır değildir" diyecek. Zararı yok. Ancak benim için her şey tam tersi işte. Dünyanın bir ucundaki bir yazarın, kelimelerini okuyorum ve onun ne denli zeki olduğunu, beni ne derece etkilediğini düşünüyorum. Ve o bunları henüz bilmiyor. Bir insanın en büyük başarısı bu olsa gerek.

Henüz hiçbir kitapta hayatımı değiştiren o cümleyle karşılaşamadım. Hiçbir kitap da hayatımı değiştirmeme yardımcı olamadı. Hiçbir karakteri haddinden fazla sevmedim ve hiçbirinde kendimi göremedim. Ancak ilk kitap okumaya başladığım yıllardan itibaren, binlerce hikayeye ve hayata tanıklık ettim.

İçinde olduğum şehirden,evden, sorunlardan ve hayatımdan kilometrelerce uzaklara gittim bu sayede. Hiç bilmediğim kültürlerin içinde yaşadım, hiç bilmediğim kişilerin odalarına girdim, sırlarını öğrendim.

Ve ben onları bu kadar iyi tanırken onlar benim varlığımı hiç bilmediler.
Bundan daha gizemli ve daha heycan verici bir şey daha var mı?
Ben kimisinin büyüyüşüne tanıklık ettim, kimisinin ölümüne...
Bunun verdiği hazzı ve o tuhaf duyguları anlamak birçok kişi için güç olabilir yadsıyamam bunu.
Ama hayatın bu yönünü bilmek ve daha binlerce kitap okuyacağımı bilmek garip bir his benim için.

İnsanların, evleriyle, aşklarıyla, maddi değerlerle ölçülebilecek eşyalarıyla gösteriş yaptığı bu zamanlarda, kitaplarımla ve bu alışkanlığımla övünmemin hiçbir zararının olmadığını düşünüyorum ve bu yüzden olsa gerek, bu konuda konuşmayı her şeyden daha çok sevmeye başladım.

İnsanların cepleriyle, çantalarıyla ve hayatlarıyla kendilerini bu denli üstün görmeye başladıkları bu zamanlarda, bildiğim, gördüğüm, okuduğum , tanık olduğum bu hayatlarla kendimi zaten yeterince üstün görüyorum ben.
Ve böyle yaşamayı seviyorum.
Kimilerine küçük gözüken bu mutluluğu çok seviyorum.

-bulut

18 Temmuz 2012 Çarşamba

Bazen Kaybetmek de Huzur verir

Bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az arkadaşı olduğunu anladığı zaman insan, büyüdüğünü de yavaş yavaş kabul ediyor sanırım. Herkes bir yerlere savurulurken -ve savrulabilmek için bu kadar acele ederken- hayatın bütün saçmalıklarının ne kadar da yakınında olduğunu görebiliyor. Çok değil, bundan bir kaç sene evvel arkadaşlarım olmadan hiçbir şey yapamayacağıma inanırdım. Ciddi anlamda hiçbir şey yapamamaktan bahsediyorum, bir kafede oturamaz, alışverişe çıkamaz, kuaföre gidemez, kitap seçemez, film izleyemez, dışarıda yemek yiyemez... Buna öylesine inanıyormuşum ve kendimi korkutuyormuşum  ki... Halbuki  bir süredir bunların çoğunu kendi başıma yapmaktan büyük keyif aldığımı gördüm son zamanlarda. Ama yine de itiraf etmem gereken bir şey var ki, kız arkadaşlar her şeydir...

Ancak bu sayı giderek azaldığında ve sizin dost bildiğiniz kişilerle aranızdaki bağlarınız zayıfladığında içinizde garip bir burukluk olur. Eminim ki bu hissi hayatınız boyunca en az bir kez tatmışsınızdır. Tabi eğer mükemmel değilseniz...

Ben mükemmel olmayan insanlardanım. Daha doğrusu, sıradan insanlardan. Yanlış yapmaktan çekinmeyen, insanların yanlışlarını da hazmedemeyen insanlardan. Daha doğrusu, karşındaki kişinin kendisine zarar vermesini kabullenemeyen insanlardan.
Bu yüzden de başım birçok kez ağrıyor tabii. Son bir kaç gündür gördüm ki, kimseyi düşünmemek ve herkesi kendi pisliğinde bırakmak en doğrusuymuş. Eğer birine acırsan, acınacak hale düşebiliyormuşsun. Çünkü bu son olay bende bir çok duyguyu öldürdü. Arkadaşlığı hayattaki birçok duygunun önüne koyan bir kişiydim ben, arkadaşlar önemli ve vazgeçilmezdi... Hayatın benim sandığım kadar beyaz olmadığını gördüğümde henüz çok küçüktüm evet, ancak inatla herkesin, en azından benim çevremin, masum kişilerden oluştuğuna inanırdım. Masumiyet, lise sıralarından bir süre sonra kaybedilen bir şeymiş halbuki... Bunu öğrenmek biraz canımı acıttı kabul ediyorum. Başlarda inanmak istemedim, inanmaya başladığım sıralarda ise herkesin yapması gereken şeyleri yaptım... Kendimi bir an bile düşünmeden , yalnızca karşımdakini düşünerek hareket ettim. Sonuç? suçlamalar,hatayı kabullenmeme, her şeyden seni sorumlu tutulma... Ve yıllar geçmesine rağmen henüz kabuk tutmamış yaralarına bile isteye tuz basılmasını görme... Gözyaşları... Kin... Nankörlük...

Yani sizin anlayacağınız hayatımdan bir kişi daha eksildi. Ve yıllar geçtikçe, bu sayı öyle hızlı artıyorki... Bir süre sonra bunu kendi kendine yaptığı anları da görebiliyor insan. Sanırım az insan çok huzur cümlesine yavaş yavaş ısınmaya başlıyorum. Ve daha da önemlisi, "iyilik yap,denize at, balık bilmesin" sözüne...

Yaptığım hiçbir şeyden pişman değilim.
Pişmanlık benim için çok üst makamda olan bir duygu... Heleki doğru olduğuna inandığım ve birine yardım ettiğime inandığım şeyler için hiç pişman olmadım. Olmayacağımda.

Hayat bir elimin parmakları kadar yani...
Ailem,sevgilim,ve bir - iki dostum...
Ve şunu biliyorum ki, bazen kaybetmek de huzur verebiliyor...
Sorunlardan, saçmalıklardan uzakta olmak insanı mutlu edebiliyor...


-bulut

28 Haziran 2012 Perşembe


Gecenin en olmadık anında, gözlerinizden süzülüp yüreğinizin üzerine düşen yaş, üzüntünüzün resmidir. Yüzyıllardır süre gelmiş olan mutluluğu betimleme isteğinden çok daha zordur tarifi. Anlatamazsınız çünkü. İçinizde bulunduğunuz durumu ve bu durumun size olan zararını görebilen tek kişi sizsinizdir. Sizin üzülüp ağladığınız şeyler muhakkakki başkalarına göre saçmadır. Ve siz gecenin bir yarısı, gözlerinizden yaşlar usul usul akarken, içinizin acısını dindirmek için çabalarsınız. Neden ağladığınızı bilirsiniz elbet, ancak "niye?" sorusuna verilebilcek bir cevabınız yoktur. Umrunuzda olan, hassas olduğunuz noktalarda kanatılmaktır size ağır gelen. Ve bu hassas noktalarda gerçekleşen can acıtma eyleminin bir özrü olmadığını bilmek daha da hırslandırır sizi bu ağlama konusunda.
Siz mutsuz olmayı seçmezsiniz, bu kararı sizin yerinize mutlaka bir başkası vermiştir. Ve siz sizin yerinize verilen bu karara boyun eğmek dışında bir şey olmadığını da bilirsiniz. Çünkü elinizde gülümsemeye yetecek nedenler bulamazsınız. O nedenler usulca ellerinizden alınmış, yerine asla anlatamayacağınız yaşlar verilmiştir. Sıcacıktır bu gözyaşları... İçiniz kadar sıcak ve bir hayli taze... Mutlu olmak için  sizin haricinizde en az bir kişiye daha ihtiyaç duyarsınız, ancak ağlarken ve bir o kadarda mutsuzken yalnızsınızdır... Yalnız ağlamak zorundasınızdır, çünkü bu bir kuraldır. Sorgulayamazsınız. Ağlama nedeniniz ne olursa olsun, canınız acıdığı içindir. Canınızı acıtan bunun farkındaysa şanslı insanlardansınız. Ancak bunun nedenini anlamıyor ve bu eyleminizi gereksiz görüyorsa şanssızlığın dibine vurmuşsunuzdur. Bir de bu acıyı tek başına atlatmaya çalışmak vardır ki... Ona değinemiyorum bile.
Gözyaşlarınız usulca akar... Onlar o yolu çok iyi biliyordur çünkü. Siz de onlara alışkınsınızdır. Belki de tüm alışkanlıklarınızdan daha da ağırıdır bu; Gözyaşlarınıza alışık olmak. Ve bir de gözyaşlarınız yüzünden defalarca suçlanmak. Herkes ağlamanızı saçma bulur. Ama kimse canınızı bu denli acıttığını kabul etmez. Herkes sizi güçsüz görür , ama kimse o an neler hissettiğinizi merak etmez. O an kendinizi ne kadar aciz, ne kadar kandırılmış ve ne kadar küçük gördüğünüzü bilmez. Kendinizden nefret ettiğinizi, ağlarken daha da yaralarınızı deştiğinizi bilmez. Onlar sanırki, siz nedensiz yere ağlıyorsunuz. Ağlamak, bir duygunun dışa vurumudur. Nasıl nedensiz yere gülemiyorsak, nedensiz yere de ağlayamayız. Bu kabul edilmeyen gerçeği siz çok iyi bilirsiniz... İnsan alışık olduğu her şeyi iyi bilir çünkü...
Ve siz gecenin bir saati usul usul ağlarken , canınızın ne derece acıdığını kimse bilmez.
Yalnız ağlarsınız.
Yalnız acır canınız.
Yalnız uyursunuz.
Yalnız uyanırsınız.
Mutsuzluk da iki kişiyle yapılan bir eylemdir. Ancak bedelini tek kişi ödersiniz.
Bu böyledir.

16 Haziran 2012 Cumartesi

Canım sevgilim

Bir süredir yüreğimin  üzerinde bulutlar geziyordu. Aslında severim bulutları, bulutlardan çok severim hem de. Bulut demek benim tüm hayatım demek çünkü... Bulut demek benim tüm geçmişim ve geleceğim demek. Ama sevememiştim bu sefer, içimde büyük bir kasvet, büyük bir huzursuzluk ve üzerime çöken bir mutsuzluk vardı çünkü. Gözlerim  her seferinde dolu dolu oluyor, kalbimi nedenini bilmediğim bir sezgi sıkıştırıyordu. Mutluluk ve huzur ne zaman uzaklaşmıştı benim yüreğimden bu denli bilemiyordum. Üzerimde nedensiz yorgunluklar vardı, belki de  bilmeyi ertelediğim nedenler... Hayallerim örseneledursun içimde bitmek bilmeyen bir sevgi vardı. Kırgınlıklarım, kırdıklarımla eşleşiyordu. Ve anneannemin sesi yankılanıyordu kulaklarımda, bir zamanlar bana kurduğu cümle eşliğinde, "hep kırgınlıklarından bahsediyorsun, kırdıklarından haberin yok" Ve bir kez daha kendime getiriyordu bu cümle beni. Bir kez daha ayak parmaklarımdan başlayarak titretiyordu tüm bedenimi.
Çok sevdiğim bir adam var hayatımda...
Canımdan çok sevdiğim bir adam.
Ve onu farkında olmadan kırdığım bir zaman dilimi...
Canım sevgilim, diğer yüzüm... Onu kaybetceğimi anladığım o saniyelerde gözümden akan yaşlarla gelmiştim kendime. Kaybetmek istemediğimi biliyor ancak dillendiremiyordum. Sadece anlamasını bekliyordum. Yüzüne baktığımda anlasın istiyordum. Ben konuşmayayım o anlasın istiyordum. konuşmaktan tükenmiştim, sadece sarılsın istiyordum. Bir sarılış, kuracağım binlerce cümleye bedeldi çünkü. Konuştukça bir boşluğa doğru yuvarlanıyorduk, ve ben o boşluktan nefret ediyordum. O değil miydi aylar önce beni o boşluktan çekip kurtaran, o değil miydi beni yeniden gülümseten, bana yeniden hayaller kurdurtan? Yine bunları istiyordum. Yuvarlanmakta olduğumuz bu boşluktan beni yine onun kurtaracağına inanıyordum. Nedensizce düşmüştük çünkü... Bir nedenimiz yoktu. Birbirimizi incitmiştik, ancak fiilen yapılmış bir eylem, ya da sevgisizlik yoktu bundan emindim.  "Ne düşünüyorsun?" diye soruyordu, düşünmüyordum, düşünemiyordum, sadece o anın telaşına kapılmıştım. Ve düşünmek öylesine zorlu bir eylemdi ki... Gayretkeş bir halde dudaklarımın arasından "üzülüyorum" diye fısıldadım.  Bir kelimeden öte... Bir eylemden öte... Bir duygudan çok öte... Bir yakarıştı bu. Sarıldı bana. Sımsıkı sarıldı... Güç verircesine, kimliğini kanıtlarcasına sarıldı. Bütün sarılışlarından, bütün dokunuşlarından daha da anlamlıydı bu. Gözyaşlarım omzuna düşerken tek hissettiğim güvendi. Ve bu adamın kollarından daha büyük bir güven yoktu benim için. Bundan emindim. Ve bu kolları kaybetme ihtimali, bu yüreği kaybetme korkusu bütün korkulardan daha ağır basıyordu. Ama onun bedeninden bedenime yayılan sıcaklık, o anın varlığı yüreğimi okşamıştı. Gözyaşlarımı elleriyle sildi. Hayatıma hayat katan eller ilk kez gözyaşlarımı siliyordu... O elleriyle gözyaşlarımı siliyordu. O sadece bunu yaptığını sanıyordu, oysa bir ömür bahşediyordu bana farkında olmadan, farkında olmadan bütün bulutları ve bütün kasveti de siliyor, sahip olduğu tek buluta yaşama sevinci veriyordu.
Sarıldım o adama...
canımdan öte gördüğüm, gerçek bir sevgiyle bağlandığım o adama sarıldım.
hiç bırakmadım onu.
Bırakmayı da hiç istemedim.

-Özelliğine özellik kattığım, nefesime nefes katan adam. .Ellerin olmadan bu eller tek başına  gözyaşlarımı bile silemiyor, görüyorsun. Söylemiştim sana, ellerin olmadan bu eller bir işe yaramaz diye. Ellerin olmadan yürüyemem, nefes alamam, dokunamam , hissedemem ben... Ve bu bir türlü yoluna girmeyen hayatımda, senden başka soluklanacağım, mutlu olacağım bir beden daha yok. Gülümsemenden daha öte bir arzu yok benim için. Sevgilim, canımdan öte, yuvamsın sen benim. İçine girdiğimde huzurlu olduğum mabedimsin. Sen benim korkularım ve heyecanlarımsın. Kendimi iyileştirdiğim sığınağımsın... Gitmediğim, gidemediğim, gitmeyi hiç istemediğim dünyamsın...

12 Haziran 2012 Salı


Kendimi tanıyamıyorum bir süredir. İnsan aşık olduğunda hep böyle mi olur sahi? Her gün yeniden mi keşfeder ruhunu, tavrını ? Her gün daha mı farklı gülümser yoksa her gün daha da mı düşünceli bakar gözleri...
Kendinden çok nasıl düşünür bir başkasını aklım almıyor doğrusu. Her sabah uyandığında gözlerini açar açmaz nasıl bir başkası gelir aklına? Günün tam da ortasında elinde çayıyla oturup bir sigara yaktığında onun gülümsemesi geldiğinde aklına nasılda gülümser böylesine? Aşk garip bir şey doğrusu. Öylesine garip ki, her gün biraz daha keşfetmek istiyorsun, hem kendini  hem de aşkı. Örneğin aşık olduğun kişiye sinirleniyorsun ve ona sinirlendiğinde daha farklı oluyorsun, daha farklı bakıyorsun, onun yüzünden üzülüyorsun ve bu üzüntü tüm üzüntülerden daha farklı oluyor, o seni gülümsetiyor ve gülümseyişin bambaşka bir tadı oluyor. Yolda yürürken bile ona ait olduğunu hissediyorsun. Kendini hem daha çok seviyor hem de daha çok önemsiyorsun. Çünkü sen artık sadece kendine ait olmuyor aynı zamanda onun da oluyorsun. Ellerinde tutuyorsun onu sımsıkı, ve kaybetmekten, bu kadar sıkı tutuyorken kırmaktan, onun canını acıtmaktan öylesine korkuyorsun ki... o senin canın oluyor ve sen canını acıtmaktan  korkuyorsun. Hayallerinde , rüyalarında, mutluluklarında, üzüntülerinde ve umutlarında o oluyor. Bir yerine bir şey olduğunda koşarak ona haber vermek istiyorsun, üzgün olduğunda o seni teselli etsin istiyor , kafan karışıkken o çıkarsın istiyorsun seni bu kargaşadan.O yanında yokken ve sen mutluyken için buruklaşıyor, o da olsun istiyorsun. Ve o yanında değilse pek de mutlu olmuyorsun açıkcası. Aynadaki yansıman oluyor bir süre sonra, hem çok farklı, hem de aynı.
Ve bir süredir, yaklaşık 120 gündür bu hislere sahibim...
Kendime hem çok uzak hem de çok yakınım.
Kendimi her gün yeniden buluyor bir yandan da her gün kendime bir o kadar uzaklaşıyorum.
Kendimden uzaklaşıp o oluyorum çünkü...
Senden,benden ayrı bir biz olmanın ne demek olduğunu anlamaya çalışıyorum.
Alışıyorum ve ilk kez alışkanlıklar acıtmıyor canımı.
Eskisi gibi yağmurlar yağmıyor artık içimde. Elimi tutan bir adam var, ellerimi sımsıkı tutan bir adam var ve onun ellerinin kokusunda boğulmak istiyorum.
Aynadaki yansımasından ne kadar uzaklaşabilir bir insan?
Nereye kadar kaçabilir?
Sahi, gerçek aşklar bitmez değil mi güzel adam?

11 Haziran 2012 Pazartesi

Bazen her şey göründüğü gibi olmuyor ya en çok ona üzülüyorum...
Hevesimin kırıldığı anları sevmiyorum.
Kendimi yabancı gibi hissettiğim ve hissettirildiğim anları da sevmiyorum.
Kendimi üzgün hissettiğim anları ve bu anlara gelişimin nedeninin kendim olduğunu bildiğim anlardan da nefret ediyorum.
Yanlış anlaşılmaları da sevmiyorum.
Boğuluyorum sanki... Ama bunu yazamıyorum, anlatsam yanlış anlaşılacağımı biliyorum. Ve gariptir ki yanlış anlatanın ben oluyor oluşu sorunsalı da egemen geliyor bu noktada.
Ve bu yüzden olsa gerek uzun süredir ara ara susuyorum. Ağzımı açtığım anlarda devamlı kendimi ifade ediyor olmaktan yoruldum. Anlaşılmamaktan, hele ki en çok anlaşıldığıma inandığım anlarda aslında anlaşılmadığımı anlamaktan yoruldum.
Bir deniz gibi... o denize giriyorum, boğuluyorum ve boğulurken ağzımı açamıyorum. Oysa biliyorum ki yanlış yüzüyor olmamdan kaynaklanıyor boğulmam... Denizin bir suçu yok.
Sular var, kabarcıklar var, çok tuzlu bu deniz. Oysa o tuz sevmezki. Bu düşünce beynimi kemiriyor.
Bazen beynimi parçalamak geliyor içimden.
Neyse ki böyle anlarda kimse ciddiye almıyor beni.
Ve genelde de ciddiye alındığım söylenemez, ama öyle anlarda ciddiye alınıyorum ki, açıklamalarım değersiz kalıyor.
İşte böyle anlardan nefret ediyorum.Kendimi kendi kendime değersizleştirdiğim ama her şeye rağmen "ee noldu şimdi yaa" diyen bir iç sese sahip olduğum için kendimi seviyorum.
Ve sanırım kıyamadan kendimi bir ben seviyorum.

*Görünen her şeyin aslında görünmeyen yüzünü sikiyim.

Benim kahkahalarım...

En azından sahip olmam gereken her şeye sahip olduğumu biliyorum. Biraz eksikte olsa, hayatımda sevdiğim ve yerini asla değiştirmeyeceğim şeyler var. Onlarla var olmayı ve onlarla mutlu olmayı öğrendim. Ancak şu var ki son 1 aydır bende eksik olan şeyi de görmezlikten gelemiyorum artık...
Benim kahkahalarım vardı bir zamanlar. Aklım beş karış havadaydı, sorumluluk nedir bilmezdim, hayatım dışarıdan bakıldığında tek düze ve sıkıcıydı, mutlu olacağım en ufak bir olay dahi yaşanmıyordu gün içinde. Okul ve ev arasında gidip geliyor belki çok canım isterse dışarı çıkıp bira ya da kahve içip tekrar eve geliyordum. Müzik dinliyip yazı yazıyor, film izliyor ve ertesi gün yine aynı tek düzeliğe geri dönüyordum. Ama gülümsemeyi ve kahkaha seslerimi ihmal etmiyordum gün içinde. Gözlerimden yorgun olduğum belli olurdu, ki ben hep uykusuz ve yorgunumdur. Hiçbir zaman tam anlamıyla uykumu aldığım söylenemez. Beni gören , beni tanıyan ve konuştuğum herkes bilir ki benim hep uykum vardır. Bu yaklaşık 20 senedir böyledir. Ancak uykulu kahkahalarım ve neşem her şeye değerdi o zamanlar...
Şimdi bakıyorum kendime, mutlu olup olmadığımı sorguluyorum bazen, evet diyorum ben mutluyum, sahip olmam gereken her şeye sahibim ve sahip olduklarımı değiştirmeyi bir an bile düşünmüyorum. Çok sevdiğim bir sevgilim, güzel bir ailem, içinde ait olmaktan mutluluk duyduğum bir evim, vazgeçemeyeceğim dostlarım, çocuklarım gibi değer verdiğim kitaplarım ve hayallerim var. Bir insan daha başka ne isteyebilir? Ya da neye sahip olabilir? Evet... Huzur ve sağlığa. Sağlığımda abartılacak kadar büyük problemler yok şuan. Ancak bazen vücudum beni öyle zorluyor ki... Günlerce uyumak ve yataktan çıkmamak istiyorum öyle günlerde. Hele ki şuan havalar bunca sıcakken, daha da zorlaşıyor benim için bir şeyler. O zorlamasa bu sefer huzurumun eksikliği batıyor gözüme. Bir insan bir çok şeye sahip olduğunda , huzuru her an olmayabiliyormuş.Kaybetme korkusu, ayakta tutma hırsı, karşındakini mutlu etmeye çabalama, sahip olduklarını elinde tutmak için çabalama, gelecek kaygısı da çok yoruyormuş insanı...
Geleceğimi düşledikçe hem heyecanlanıyor hem de huzursuzlaşıyorum. Ve bunca düşünceliyken de ister istemez durgunlaşıyorum.
Artık eskisi gibi gülmüyorum. Eskiden mutlu değildim ancak gülüyordum, şimdi çok mutluyum ama eskisi kadar sık duyulmuyor kahkaha seslerim. Bu garip çelişkilerin arasında sıkışıp kalıyorum çoğu zaman. Çocukluğumdan beri sahip olduğum ve aslında sahip olmaktan gurur duyduğum özelliğim olan kaçıp gitme arzusu daha da yükseliyor böyle günlerde. Gariptir ki böyle anlarda tek olmayı düşünmüyorum hiç. Bir insan aşık olduğunda hep böyle mi olur? Bütün hayallerinin içine sevdiği insanı da mı sıkıştırır? Ben yapıyorum bunu. Bir yere gidip onunla nefes almayı istiyorum sadece. Nefes alamadığım anlarda hep o olsun istiyorum çünkü. Bu kargaşanın tam ortasında şımarık bir çocuk gibi eksiklik ve fazlalıklarımı tartarken nefesim kesildiğinde hep o olsun istiyorum ellerimden tutan. Göğsünde yatmak ve huzurla uyumak istiyorum işte... Kavgadan, gürültüden uzakta. Bütün korkularımdan arınmak istiyorum... Geleceği düşünmemeyi istiyorum.
Kahkaha seslerimi tekrar hatırlamayı istiyorum.
Çok mu şey istiyorum?

3 Haziran 2012 Pazar

Mevsimler Geçiyor


Mevsimler değişiyor görüyor musun sevgilim?
Soğuk bir İzmir akşamında bulmuştun halbuki beni... Yüreğinin yüreğime değdiği o gün, soğuk, yağmurlu ve kalabalıktı bu şehir. İki şehri taşıyordum yüreğimde. İki şehrin de gülümsemesi vardı dudaklarımda. İki şehir kadar kalabalıktım ben de. İki şehrin tam ortasında sıkışıp kalmış, nereye ve kime gideceğini bilmeyen, kızıl saçlarına deniz kokusunu hapsetmiş, çekik gözlerine yaşama arzusunu ve acıyı saklamış bir kişiydim ellerimiz tokalaşmak için birbirine değerken... Yüzümde kimsesizliğin makyajı vardı. Bir tek senin görebilceğin şekilde yapılmış... Oturduğumuz masanın tam ortasına bırakmıştım geçmişimi. Denize karşı içtiğim sigarada içimdeki İzmir aşkı çıkıyordu gün yüzüne. Sen gülümsüyordun, bütün şehir gülümsüyordu, sen gülümsüyordun, bütün İzmir aşık oluyordu.
Dilime dolanmış Fransızca şarkılar vardı içimden söylediğim, aksanı bozuk, neşesi bol... Hiç okuyamadığım kitaplar vardı aklımda, hiç izlemediğim filmler, hiç gitmediğim şehirler ve ülkeler. Kahkahalarım karışıyordu gökyüzüne, senin duyamadığın çocuksu hıçkırıklarım. Soğuk bir İzmir akşamında başlamıştı yüreğim sana aşık olmaya. Titreye titreye.  Okuyamadığım tüm kitaplar, izleyemediğim tüm filmler, görmediğim bütün şehirler ve ülkeler senin adınla başlıyordu. Uçuşan martı seslerini hapsediyordu gülümseyişin... Yosun kokuyordu ağzından çıkan cümleler.
Soğuk bir günde sevmiştim seni. Sigara içişin dahi içimi ısıtıyordu. Günler, haftalar, aylar, saatler ve senin olmadığın onca yıl önümden geçip benden özür diliyordu. Mutluluk muydu isminin anlamı, yoksa huzur muydu gözlerinin rengi? Sahi, sende gördüğüm, sende tattığım ve daha önce hiç rastlamadığım o güven de neyin nesiydi? Gün batımı gibiydi seni sevmek... Bir bebeğin dünyaya gelmesi gibi yahut. Mucizemdin sen benim. Mucize olduğundan habersiz bir mucizeydin. Benimdin. Benim ve hayallerimin. Benim ve yarınlarımındın.
Sen beni öpüyordun,  oysa farkında olmadan düşlerimi de öpüyordun aynı anda. Sen bana sarılıyordun, bir hayal canlanıveriyordu sudan çıkıp.
   Soğuk bir İzmir akşamında sevmiştim seni.
 Soğuk bir İzmir akşamında tatmıştım aşkın tadını. Ve o gün tanışmıştım hayallerimizle, o gün öğrenmiştim mucizelere inanmayı. Ve o gün başlamıştı bizim hikayemiz.
Mevsimler geçiyor görüyor musun sevgilim?
Ve bir Haziran gecesinde yazıyorum bu satırları...
Burnumda dünden kalma kokun...
Yüreğimde yarının telaşı.
Dudaklarımda tadın...
Varlığınsa benim diğer adım...
Sen en güzel anım,diğer yarım.

Cansubulut.
4.6.2012

24 Mayıs 2012 Perşembe

Eğer


Eğer elimde sihirli bir değnek olsaydı...
Kendimi en baştan yaratırdım biliyor musun? Sana diyorum sana, şu an bu satırları okuyan sana. Bakma bana öyle, kendimden öyle sıkıldım ki, sandığın gibi değil hiçbir şey.
Bunları okurken gözün fotoğrafıma ilişecek biliyorum, mutlu sanacaksın beni. Ama sana gerçek olan trajiyi anlatmamı ister misin? Sen göreceksin diye o kadar mutlu bakmışım orda...
Yani sırf, her kimsen beni mutlu gör diye, gülümsenmiş bir fotoğraf. Fotoğraflarda mutsuz gözükmeyi kim seçer ki? Hiçbir derdim hiçbir endişem yokmuş gibi göstermişim yüzümün aydınlık olan kısmını sana. Ama sana bilmediğin bir şey söyleyeyim mi? Ben senin her sabah aynadaki yansımanım. Hani uykusundan yeni kalkmış, gözleri şiş, saçları dağınık, ağzı kokan, yeni güne lanetler okuyan, hafif uykusuz ve üşengeç. Ben senin sabah halinim. Sen de benim,tüm hayatım. Ama sen beni okuyorsun, bense sana kendimi inandırmaya çalışıyorum.
Ben seni bilmiyorum, belkide seninle bir "merhaba" dan ötemiz olmamış hiç. Sen yazdıklarımı sevmişsin, ben sen sevdikçe yazmışım... Sırf daha fazla etkileyebilmek için seni, acılarımdan mezarlar kazmışım, ve şimdi sen bu mezarın başında, benim dualarımın üzerine dualar ediyorsun.Benim dualarımı okuyarak, olan biteni anlamaya , anladıkça haz almaya başlıyorsun. Sana diyorum sana, şu an da bu satırda içinden "acaba" diyen insana. Benim acılarımdan aldığın hazla, aptalca bir tebessümle okuduğun bu satırlar, sana kendi hayatını sorgulatıyor değil mi? Yoksa sende mi istedin her şeyi bırakıp köşe bucak kaçmayı? yoksa sen de mi istedin kilometrelerce uzağa gitmeyi, yoksa sende mi istedin nereye gidersen git, kendini oracıkta bırakmayı... Ben istedim biliyor musun? Hafızamla beraber gittiğim her yerde kendime yeni bir dünya yarattım. Ve eskisinden hiçbir farkı olmadı...
Elimde sihirli bir değnek olsaydı eğer, seni değiştirirdim.
Kendimi değiştirirdim.
Kaybettiğim bütün her şeyi geri isterdim. İlk okulda kaybettiğim kırmızı kalemlerimi bile !
Kurdelamı...
En sevdiğim çoraplarımı bile.
Eğer elimde sihirli bir değnek olsaydı, bunları hiç yazmamayı dilerdim.
En yakın arkadaşlarımın acılarını dahi silerdim...
Geçmişimin yontulmuş yanlarını...
Sınandığımı bildiğim halde sınanmak adına bir şey yapmadığım o günlerimi silerdim !
Kendimi öylece siler giderdim...
Bir sen kalırdın geriye...
Her sabah o aynanın başında, kendinden nefret eden bir sesle...
Bir sen kalırdın benden geriye, "yine mi ben?" derken düşündüklerinle.
Bir sen kalırdın benden geriye, "o aptal makinaya her gülümsediğinde..."

 Cansubulut
Mart11

Anlat

Anlat hadi,
Anlat da içimin bu sızısını dindir,
Dindir ki bakmayayım böyle insan
lara,
Bu kadar güvensiz,
Bu kadar boş,
Ve bu kadar korku dolu olmasın içim,
Bir şeyler anlat bana,
Örneğin;
Yağmuru anlat !
Gökyüzünü anlat bana!
Bir martı olmanın sevincini paylaşalım seninle rüyalara dalarken...
Bir bebeğin ilk ağlamasını anlat,
Bir kalbin nasıl sevilebileceğini anlat.
Bir kadının yahut bir adamın gözlerini anlat bana,
Yaşlı, yorgun, kırgın gözlerini !
Bir kedi ürkekliğiyle yaşamanın ne demek olduğunu,
Rakı şişesinde balık olmak isteyipte olamamayı anlat.
Yıllarını anlat bana.
Seni anlat.
Masal anlat bana masal!
Öyle güzel başlasın ki bu masal,
Dokunuşların gibi...
Öyle güzel sürsün ki bu masal,
Sevdan gibi...
Öyle güzel bitsin ki bu masal,
El ele uyumalarımız gibi.
Bir şeyler anlat bana sevdiceğim.
Seni anlat...
Beni anlat...
Bizi anlat.
Öğret bana tüm dünyayı,
Öğret bana yaşamayı.
Öğret bana mutlu olmayı !
Kalmayı anlat bana.
Gitmemeyi anlat.
Tek vücut olup , direnmeyi anlat...
Göstere göstere anlat sevdiceğim,
Bütün bunları yaşata yaşata anlat.
İkilemelere bağlı yaşayalım örneğin...
Seve seve...
Güle güle...
El ele...
Göz göze...
Biz Bize...
Aşk ile.
Sevda ile.
Bitmemesi dileğiyle.

Cansubulut.

Seni Yazacağım


Seni yazacağım bugün...
Bitmiş,
Tükenmiş,
Esir olmuş bir yüreğin,
Kurtarıcısı diye sesleneceğim sana,
Kelime aralarındaki , nefes alışlarımda tanıyacaksın beni...
Cümle sonlarına koyduğum noktalardan korkacaksın için için...
Seni yazacağım bugün...
Tükenmişliğimin içinden beni kurtardığın için,
Beklenmedik zamanların,
Beklenmedik mucizeleri olduğun için...
Seni yazacağım bugün...
Bütün şiirlerim diz çökecek önünde...
Af dileyecek senden çocukça...
Kime ait olduklarını unutacaklar usulca...
Sadece seni yazacağım bugün.
Masumca,
Çocukça...
Kadınca...

Cansubulut.

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Balık


Merhaba,ben bir balığım , rengarenk bir balık. Okyanuslarda yaşarım, denizlerden taşarım.
Öyle adım falan yoktur benim, balık işte. Hafızamla ünlüyüm. Neymiş efendim ," balık hafızasıymış"  Yalanda değil, unuturum her şeyi, büyük balıklar bana saldırsa hatırlamam sonradan olan biteni. Çocuklarımı bile nereye bıraktığımı hatırlamam ya neyse.Ama en çok koyan şudur bize, önce balık hafızası diyerek aşağılarsınız bizi, sonra neymiş efendim balık yağı iyiymişte, çocuklarınızın zekasını geliştirirmişte. Bunak bir canlının yağından medet uman sizsiniz. Komiksiniz değil mi?
Kıskanır herkes beni, dedim ya bir masum balık işte. Dünya dar gelir insanoğluna, benim kifayetsizce , kıvrılarak yüzmemi kaldıramaz hiçbiri ! Sonsuzdur benim evim çünkü, sizin dünyanızdan bile büyük yani. Öyle basma kalıp tiplerimizde yoktur bizim, tekirimiz,cam gözümiz, kedimiz , köpeğimiz,çöpçümüz bile var ! Ama burda hayat biraz garip, bizim köpekler ısırmıyor mesela. Direk yutuyor. Eğitemezsinizde onu, adı çıkmış bi kere. Denizlerin, katili derler ona. Hani sizde seri katil var ya o hesap anlayacağınız. Ve sizler, evet sizler, yani adına insan dediğimiz, koca dünyanın dar gelip , balık adam olmak için uğraşıp bizim evlerimizi ziyaret eden sizler... Ortak bir noktamız var ! Şimdi iyi dinleyin beni,
Sizdeki düzen gibi düşünün bizim dünyamızı. Büyük balık - küçük balık hesabı.
Ama biz sizlerden daha da mağdur durumdayız. Büyük balıklardan kaçtığımız yetmiyor, o insan oğlunun yarattığı oltalardan, ağlardan, zıpkın denen şeylerden kaçıyoruz bir de.
Valla zekanıza diyecek yok , denizde olabilmek için çok çalıştırıyorsunuz kafanızı !
Bizler karada nefes alamayız, bilirsiniz. Ama sizler, tanrının seçmiş olduğu canlılarsınız.
Büyük tüpler, paletler... Ama bir şeyi itiraf edebilr miyim, çok komik oluyorsunuz . Biz karaya çıkıp, insan taklidi yapsak nasıl olurduk? Takım elbiseler, etekler giysek?
Hem bizler, o kadar zekiyiz ki, sizi sizin topraklarınızda avlamıyoruz hiç. Siz bizim sularımıza giriyorsunuz, biz sizi öldürüyoruz. Sonra gazetelere manşet. Neymiş efendim, katil balinaymış, katil köpek balığıymış. Hayır yani, siz bizim sularımıza kadar girip, yavrularımızı, annemizi , babamızı, akrabalarımızı alın götürün o kocaman ağların içinde, bir de balık hallerinde,pazarlarda, büyük marketlerde satın bizi. Sonra üzerimize fiyat biçin , koyun bir zenginin önüne. Katil olmayın. Biz sizi öldürünce adımız çıksın. Yok efendim, sizlerde bizim için birer büyük balıksınız. Ama sizden de büyükler var bizim dünyamızda, en savunmasız olduğunuz yerde kıstırıveriyorlar sizi. Ve o gün, sular dünyasında bir bayram havası esiyor ki sormayın. Hani sizin, balık mevsimi diyerek ortalığa kendinizi atmanız kadar önemli yani !
Tanrı bize sonsuzluğu bahşetti diye ne kadarda sevinmiştik oysa, koskoca , masmavi denizler,okyanuslar bizimdi ! Size de bulaşmıyorduk ki, karaya çıksak ölür giderdik. Hani bizim balinalar nasıl atıyor kendini karaya... İntihar ediyor. Aslında sizde yapıyorsunuz bunu,
ya iflas ediyorsunuz, ya sevgilileriniz,eşlerinizden ayrılıyorsunuz. sonra çıkıp bir köprüye, kendinizi bizim dünyamıza bırakıyorsunuz. İnanın bana, başınızda ağıtlar yakıyoruz sizin.
Hatırlamadığımızdan olsa gerek, aşk için para için ölünür mü? diye sorguluyoruz önce.
Sonrası malum.
Neden ağıt yaktığımızı bile hatırlamıyoruz.
Aptallığınıza olsa gerek.
Ah birde bizi kocaman sulardan alıp, minicik bir kavanoza sokma çabanız yok mu?
Sizi bu dünyadan alıp, bir su bardağının içine koymak gibi olurdu bu !
Küçücük bir yerde dön anam dön. Arada bir minik minik yem ver. Tek başıma yaşat bana hayatı ! Bizi hem yiyorsunuz, hem süs olarak kullanıyorsunuz. Bu kadar mı seviyorsunuz denizleri anlamıyorum. Tadımız güzel olabilir, kolay yeniyor olabiliriz, tamam besin zinciri diyorsunuz, anlaştık. Ama nedir bu süs merakı, balıktan süs mü olurmuş arkadaş?
Bir keresinde beni de koymuştunuz bir şeyin içine, evin küçük çocuğuna hediye niyetine.
Allahım, balık hiç elle sevilir mi? ısırdım ben de onu, sanki çok canı yanmış gibi bastı feryadı.
O beni suyumdan alıp karaya çıkarınca benim canım hiç yanmadı sanki. Sonra beni hemen postaladılar. Bir an korktum yer bunlar beni diye, neyseki benim renklerim farklı !
Öyle renkliyim ki, yenilmeyeceğimi sanıyor hepsi. Japon balığı diyorlar bir de bana, gözlerim çekik sanki. Sanki Japonum ben.  Biz size bakıp hiç, aaaaa bu okyanus çocuğu diyor muyuz ?
Neyse neyse, uzatmıyorum bu sefer.
Eğer yolunuz düşerse bizim oralara, beni hemen tanırsınız. Ve sakın ama sakın, öldürmeyin beni ! Daha yapacak çok şeyim var buralarda. Neydi? Neydi? Hatırlamıyorum bak şimdi.
Hadi eyvallah, ha olurda benim yolum düşerse sizin tabaklarınıza, akvaryumlarınıza, gülüşümden tanıyın beni. Hırsla bakacağım yüzünüze !
Dişlerimi göstere göstere,poz vereceğim size.
Sevdireceğim kendimi söz.
Ve dua edeceğim içten içe, inşallah sizlerde bir balık olursunuz diye.
Tek korkunuz, üç günlük dünyanız olsun diye !
Kendinizden başka kimseyi düşünmeyin diye !
Doyasıya yaşayın diye.
Amaaan , neyse sizin deyişinizle bir balık hafızası kadar ömür işte.


Cansubulut.
14.4.11

17 Mayıs 2012 Perşembe

Bugün benim doğum günüm.

Yani 18 mayıs.
Ve doğum günüme sürpriz yapmayı çok seven sevgilim sayesinde aptal bir sırıtışla girdim :)
en yakın arkadaşım ilk kutlama geleneğini bozmamak için 12 ye çeyrek kala aradı beni onunla derin bir muhabbete girmiştim ki kapı çaldı, bu saatte çalan kapıyı çocukluğumdan beri sevmem ve kimseyi beklemiyordum, telefon elimde kapıya koştum, aslında evet koşmadım, önce çalsın biraz daha diye bekledim ikinci çalışta koştum, "kim o?" diyorum ses yok, amaan ölcek değilim heralde diyip kapıyı açtım, ayaklarımın önünde bir pasta mumlar ve minicik yavru bir  peluş fil,kafamı kaldırıp sevgilimle göz göze geldim, tepkisizlikten kaldım tabi her zamanki gibi, o da garibim alıştı bu aptallaşan hallerime,telefonu kapadım, hemen sarıldım, ne yapcağımıda şaşırdım, çocuğu bi içeri davet et dimi , yok kapadım kapıyı salak gibi bakıyorum yüzüne, mumlar söndü söndü diye deliriyor o da , sonra pastayı önüme tuttu ve üflememi istedi, hayatımın sonuna kadar bu adamın aldığı pastayı üflemeyi diledim bende... Hayatımın sonuna kadar da bu dileği dilemeyi diledim sonra... Hayatımın sonuna kadar tükenmeyecek bir aşk olsun istedim. Hayatımın sonuna kadar, canımdan çok sevdiğim ve seveceğime inandığım sevgilimin yanımda kalmasını istedim.
Küçük şeylerle mutlu olacağımı bildiği için mi böylesine seviyorum onu, yoksa her şartta ve her koşulda beni mutlu edebilecek güçte olduğu için mi...
Aslında bunlar tek bir neden olamaz ancak ben bu adamı neden seviyorum inanın bilmiyorum, öyle çok neden var ki onu sevmem için.
Kızdığım, sinirlendiğim, kavga ettiiğimiz o anlarda bile onu sevmediğimi düşünemiyorum.
İnsan birini gerçekten sevdiği zaman aklına sevmeme gibi bir düşünce bile yerleşmiyor sanırım. Ona öyle çok alıştım ki, onun kokusunu öyle çok benimsedim ki, kendi kokum gibi... Benim bedenim gibi... Benim yüreğim gibi sanki o. Ve insan kendinden , yüreğinden ne denli uzaklaşabilirse ancak o kadar uzaklaşabilirim ondan... İnsan kendini kaybetmekten ne derece korkarsa o kadar korkuyorum onu kaybetmekten. Onun elleri olmadan ellerimin bir işe yaramayacağına inanıyorum ve bunu ona söylediğim de "o eller yazı yazsın mümkünse" demişti bana... Ve ben sol elimi tutmasını , sağ elimle yazabilceğimi söylemiştim bu düşünceli ve saf bir sevgiyle bana bakan adama...

Bugün benim doğum günüm...
Kendini aşırı seven biri olarak, kendine hiç kıyamayan biri olarak ve belki de ilgiden mutlu olan biri olarak 24 saat boyunca şımaracağımı bile bile, hazır aşırı duygusalken bunları yazmak istedim.
Anlatmak istedim belki de, nasıl bir adamla var olduğumu.
Hayatıma girdiği ilk saniyeden itibaren bana mucizeleri inandıran bu adamın beni tek bir gülüşüyle, tek bir cümlesiyle, ve en sevdiğim pasta olan frambuazlı pastayla beni mutlu edebildiğini :))

Bugün benim doğum günüm, ve o adam iyiki var... 

12 Mayıs 2012 Cumartesi

Hayallerime Merhaba De

Geleceğime dair bütün korkularımı yaşıyorum yaklaşık bir haftadır...
Ama bazende kendimi durduramadığım bir hayal kurma eylemine bırakıyorum. Dalgın olduğum hatta ve hatta gözlerimin dolduğu her an aynı hayali kuruyorum. Her seferinde yeni şeyler ekleyerek hemde. İçimin ısındığı farkediyorum bu anlarda. Ve gariptir ki kurduğum hayallerin içinde hep aynı adam geçiyor ; hayatımı değiştiren adam, sevgilim.
Örneğin yıllar geçiyor hayalimde, yüz hatlarım iyice oturmuş, kendinden emin ve kararlı gözlerim var. Korkularımdan biraz da olsa arınmışım, hayalini kurduğum mesleği yapıyorum, yanında huzurlu olabildiğim tek varlık, canımın içi sevgilim yanımda. Bütün uçarılığımdan kurtulmuşum, eskisi kadar dengesiz ve mutsuz da değilim üstelik. Olmak istediğim yerde ve olmak istediğim kişiyleyim. Sonra biraz daha zaman geçiyor hayalimde, takvim yaprakları bir bir düşüveriyor avuçlarıma. Saatler alabildiğine hızlı ilerliyor, günler birer birer geçiyor ve ben çok mutluyum.
İleriden sahip olduğum 4 varlık geliyor. Sevgilim, Deniz,Güneş ve Şiir. Babaları , eve fil almamıza izin vermiyor. Ama onları her hafta sonu hayvanat bahçesine götürüyor. Ben evde oturmuş pastalar yapıyorum, eskisi kadar kötü kurabiye de yapmadığım için sevgilim artık yaptığım kurabiyeleri yiyebiliyor :) Deniz'in üstünde mavi , Güneş'in üstünde Sarı, ve Şiir'in üstünde kırmızı renkte bir kıyafet var. Tam da en sevdiğim renkler... İçeriden Fransızca şarkılar yükseliyor. Edith Piaf daha önce hiç o şarkıyı bu kadar güzel söylememişti sanırım. Çocuklarım çok mutlu. Onlar babalarına hasret büyümüyor. Ve hepsi babasına benden daha çok aşık.
Sonra yeni yazdığım yazı üzerine konuşuyoruz biraz, çocukların karnı acıkıyor . Ve onlara yemek hazırlamaya gidiyorum. Bir telefon geliyor ve sevgilimin arkadaşlarını Pes oynamak için bize davet ediyor. Ben ortalıkta pek dolanmıyorum, çatı katına gerekli şeyleri bırakıp yavaşca çalışma odasına süzülüyorum. Çocuklarım uykuya dalmış... Edith Piaf var gücüyle şarkısına devam ediyor. Bense fırçalarımı alıp resim yapmaya başlıyorum.
Hayalimde dahi ilk günlerimizi düşünüyorum, her fırça darbesinde bu adama ne denli aşık olduğumu düşünüyorum. Beni değiştirebiliişini  ve bunu yaparken aslında direkt olarak değil de önce beni olduğum gibi kabullenişini düşünüyorum. Sıcacık oluyor içim. Sonra arkadaşları gidiyor, ve ben binlerce gece olduğu gibi onun kollarında uyuyakalıyorum...
Herkes çok mutlu.
Çünkü biz birbirimizi çok seviyoruz.

İşte böyle hayallere esir oluyor yüreğim. Garip bir heycan sarıyor içimi. Yılların bir an önce geçmesini ancak benden ve bizden bir şey götürmeden geçmesini diliyorum.

-Ve sevgilim, sen bu satırları okurken dahi içindeki o endişe yüzünden Seni seviyorum.


Sebebim.


Kimsenin yanımda olmadığı zamanlarda sen vardın…
Kimsenin ellerimi tutmak istemediği zamanlarda, sen zaten o eli sıkı sıkı tutuyordun. 
Herkes gitmek istiyordu, ama sen hep kalıyordun…
Gencecik yaşında benim yüzümden ölümle yüzleşmiştin, sabahlara kadar başımda beklemiştin, sırf ben istiyorum diye gecenin bir yarısı kalkıp pastalar yapmıştın. Ben hasta olduğum zaman, kendini hiç önemsemeden sırf benimle ilgilenmiştin…
Bir yerime bir şey olsa herkesten çok senin canın yanıyordu.
Ben ağladığım zaman, ben mutsuz olduğum zaman için acıyordu.
Benim geleceğim ve benim mutluluğum için her şeyi yapabilecek güçteydin.
Ve bu gücü sana hayat vermemişti. Sen hep “çocuklarım için” diyerek, daha da güçleniyordun. Benim ilk kelimem anneydi evet ama seninde bizden sonra cümlelerinin hepsi “çocuklarım” ile başlıyordu. 
Her anne gibiydin evet…
Her anne gibi de her şeyden çok seviliyordun.
Her anne gibi, dünyanın en iyi annesi en güzel annesi diye anılıyordun.
Her anne gibi kutsal ve görkem doluydun.

-Ama sen yalnızca bir anne değilsin annecim…
Sen hiç sahip olmadığım kız kardeşimsin benim…
Sen en yakın arkadaşımsın.
Ve aynı zamanda babamsın da…
Hem annem , hem babamsın…
Bir babanın olması kadar güçlü ve ayaktasın, bir annenin olması kadar şefkatlisin.
Bir babada duyulması gereken bütün güvene sahipsin…
Bir annede hissedilmesi gereken huzura sahipsin.

Allah sana uzun ömürler versin güzel kadın. Bana söz ver, yokluğunla acıtmayacaksın canımı. Bana söz ver, sonuna kadar benimle kalacaksın. Çünkü bu bizim hikayemiz. Çünkü bu senin ve benim hikayem. Kahramanlara bir şey olmaz biliyorum annecim, benim kahramanımda sensin…
Seni çok seviyorum.
Anneler günün kutlu olsun…
Babalar günün kutlu olsun…
Kız kardeş günün kutlu olsun…
En iyi arkadaş günün kutlu olsun…

-Sana uzak şehirlerden kocaman öpücükler annecim. Seni her şeyden vazgeçebilecek kadar çok seviyorum…

4 Mayıs 2012 Cuma

Erteliyorum seni hayat




Her gün biraz daha yaşlandığımı görüyorum aynalarda, her gün neşemden ve benliğimden eksiltiyorum gençliğimi. Günlük uğraşlar, yüreğimdeki sancılar yahut mutluluklar, gelip geçiyor ömrümden… Nasılda yorgun ve bitkin hissediyorum kendimi bir bilseniz. Cümlelerimi bile seçemiyorum artık, ağır bir dile hükmediyorum. Yapmak istediklerimi, hayallerimi, isteklerimi, arzu ve heyecanlarımı erteliyorum. Kırmızı bir balığım olsun istiyorum örneğin, kırmızı bir balık… İsmi Sudenaz olacak ancak. Onu bile erteliyorum. Çiçekçilerin önünden geçerken, bir buket papatya istiyorum, almadan geçip gidiyorum. Görmek istediğim şehirler, görmek istediğim insanlar, tanışmak istediğim kişiler ve yaşamak istediğim ülkeler var… Fotoğraflarla yetiniyorum. Ne zaman ve nasıl bağladım ayağıma ben bu prangaları? Sahi kendim mi yaptım bunu? Bu kadar mı yorgun ve bitkin oldum ben? O her şeyi yapabilecek enerjimi ve gücümü hangi şehirde unuttum? Hangi “hoşça kal” emrine sığdırdım bunların tümünü…
Yazmayı seviyordum, yazınca rahatlıyor ve mutlu oluyordum. Kendimi ifade ediyor ve insanlarla ortak bir paydada buluşuyordum. Ya şimdi? Yazamamak bile acıtıyorken içimi, neden kağıt ve kalemden bu denli uzağım? Tiyatroyu seviyordum. Gülmeyi, ağlamayı, sahnedekileri var gücümle alkışlamayı seviyordum. Ya şimdi? Film izlemeyi de severdim, müzik dinlemeyi, konserlere gitmeyi, yürüyüş yapmayı, yemek yapmayı, tatlılar hazırlamayı… Ya şimdi? Aynalarda bıraktım tüm neşelerimi…
Yaşlandım, kendim yaptım bunu. Kimse kısıtlamadı özgürlüğümü, kimse çalmadı neşemi benden. Şehirler ve evler arasında sıkışıp kaldım. Denizler ve deniz olmayan şehirlerarasında, yol kenarlarına atılmış mola yerlerinde, otobüs duraklarında, gelişlerde ve gidişlerde bıraktım kendimi… En çok üzüldüğümde; farkında olmadan ve bile bile yaptım bunu. Yalnızca mutlu olmak isterken, uykularımın ve umursamazlığımın tam ortasında kaybettiğim sevdiğim martıları…
Erteledim seni hayat.
Bile bile, isteye isteye…
Özür dilerim.

Cansubulut
5.5.12

30 Nisan 2012 Pazartesi

Her şey

Beni uğurlarken içim gitmişti...
Telaşlıydı biraz ama anlayamamıştım.
Yaklaşık 7 saatin sonunda sevgilimi geride , İzmir'de bırakıp Eskişehir'e ulaştım.
Eve girdiğimde yatağımın üstünde bu notu ve kalpli bir çikolatayı buldum...
Bir de en sevdiğimden Kinder sürpriz...
Çok  basit görünen ancak benim için çok anlamlı ve gözlerimi dolduran bir şeydi bu.
Bunu düşünebilmesi, ondan ayrıldığım için mutsuz olduğumu hissedip birazda olsa yüzümü güldürebilmek için bunu yapabilmesi...
Çok özeldi...
Nasılda alışmıştım 12 gündür ona, nasılda mutluydum onun koynunda ve  kollarında.
Onu çok seviyorum...
Ve aşkın ne olduğunu anlıyorum.
Eğer hayatınızda "iyiki var" dediğiniz en az biri varsa, ve ona koşulsuz şartsız aşıksanız, sımsıkı sarılın ona... Bırakmayın. 

Eğer sevgilinizle aynı şehirde nefes alıyorsanız, ertelemeyin onu, bırakın günlük yaşantılarınızı,zorunluluklarınızı... Ailenizden sonra en önemli şey sevdiğiniz insan... Her gün daha çok sarılın ona, her gün daha içten sarılın. Sıkılmayın görüşmekten. Eğer birbirinizi özlemeniz gerekirse ve bu süre bazen uzun sürerse anlarsınız benim demek istediklerimi...

Yüreğinize iyi bakın.
Hele ki yüreğinizin içinde dolu dolu yaşattığınız biri varsa...
 Sevin.
Sevmek özel...
Aşk özel...

-Sana şuan sarılabilmek için neler vermezdim sevgilim...
Şuan sana sarılıp derin bir uyku çekmek için neler vermezdim...
yaklaşık 11 saattir kokundan uzaktayım...
Ellerin yok, sen yoksun, nefesin yok.
Bu şehir senden çok uzakta.
Ama sen hep yüreğimdesin.
Hep yüreğimin içindesin. Ve senin yerin hiç değişmeyecek...
Ne kadar uzak olursan ol, ne kadar uzağa gidersem gideyim, sen benim kalbimsin.
Ve insan ne kadar isterse istesin kalbinden uzaklaşamaz...
Seni çok seviyorum.

Cansubulut
30nisan2012

29 Nisan 2012 Pazar

Aşk


Bazen o kadar çok seviyorsun ki...
Her gün ve her saat yanında olmasını isteyebiliyorsun, onun kollarındaki huzuru en son annenin kollarında bulduğunu iddia edebiliyorsun , geçmişi düşünmüyorsun, geçmiş sadece -miş'li zamanlardan ibaret olabiliyor...

Değişiyorsun örneğin.
Ama körü körüne , köklü bir değişim değil bu. Karşındakinin seni olduğun gibi kabul ettiğini biliyorsun ve çok keskin tabularını yıkabiliyorsun.
O mutlu olsun diye kimi zaman değer yargılarını törpüleyebiliyorsun.
Önceden kabullenemeyeceğin , çekip gideceğin her şeye daha yumuşak bakabiliyorsun.
Çünkü biliyorsunki, gururunu incitmiyor karşındaki...

Daha da güçlü hissediyorsun kendini,
Her gün yeni bir güne onun varlığıyla uyandığında , her gün yüreğinin içindeki o kıpırtıları hiç eksilmeden -ve hatta artmış olarak-hissettiğinde  kendini hem yeni doğan bir canlı gibi hem de asırları devirmiş bir ihtiyar gibi görüyorsun.

Bakışların bile değişiyor,
Huzurlu ve düşünceli bakıyor gözlerin. Acı çekmeyi unutmuş, mutluluğun doruklarını tatmış gibi...

Bir öpücüğün o saniyeyi durdurabildiğini görüyorsun.
Daha ilk öpücükte anlıyorsun bunu.

İlklerini sorgulamıyorsun, çünkü o zaten iliklerine kadar hissettiriyor kendisini.

Eylemlerin değil de, duygularının ilkini hissedebiliyorsun onun bedeninde.

Gözlerini her sabah yeniden açtığında, onun varlığına şükrediyorsun.
Eskisinden daha az yazıyorsun belki, eskisinden daha az okuyor ve izliyorsun...
Ama onun varlığı öylesine doldurmuş ki hayatını, bunlardan şikayet etmiyorsun.

Mesafelerle savaşmayı öğretiyor sana ,
Mesafeleri yok edip tek vücut olduğunda ise aşkla sevişmeyi öğretiyor.

Onun yanında uyanamadığın her sabah ,ve onun koynunda uyuyamadığın her gecenin hüznünü , onun ses tonuyla yumuşatabiliyorsun.

İnanmayı öğreniyorsun gün geçtikçe,
Kendine daha çok güveniyor, onu daha çok sahipleniyor ve ona daha çok güveniyorsun.

Güvenini hiç kırmıyor.
İnançlarını hiç sarsmıyor.
Seni bazen üzüyor, ama sonra tek bir kelimesiyle tekrar tekrar mutlu edebiliyor.

Bazen o kadar çok seviyorsun ki,
Günler,yıllar,aylar,saatler,saniyeler anlamını yitirebiliyor.

Üstüne titriyorsun onun,
Korkuyorsun ona bir şey olacak diye.
Çünkü biliyorsun ona bir şey olursa, yetim kalırsın...


Korkuyorsun gitmesinden...
Sonra öyle bir tutuyor ki ellerinden, emin oluyorsun.
o gitmiyor ve seviyor.

Daha da seviyor ve daha da bağlanıyorsun o ellere...
O ellerin kokusunu hiçbir şeye değişmeyeceğini, o bakışları, o ses tonunu, o teni, o kalbi hiç bir kimseye, ve hiçbir değere değişmeyeceğini biliyorsun.

Demem  o ki, bazen o kadar çok seviyorsun ki,
Onun dışında hiç kimse ve hiçbir olay umrun dahilinde olmuyor.


-Sevgilim, yüzümdeki gülümsemelerin sebebi...
Aşkın ne olduğunu bana hissettiren adam...
Korkmadan ve aslında çok korkarak yürüdüğüm bir yoldaki yol arkadaşım.
Seni çok seviyorum.
İyiki varsın...

Cansubulut
29.4.12

24 Nisan 2012 Salı

YÖK

YÖK ne zaman bir karar alsa, benim sinirlenmeme neden oluyor.
Hayır, sen git Sanat Tarihi bölümünü liselerde zorunlu ders yap, biz sevinelim, en azından bir iş olanağımız daha var diyelim,
Sonra git aldığın yeni bir kararla Fen-Edebiyat fakültelerinde  pedagojik formasyonu kaldır.
E şimdi Sanat tarihi dersi liselerde zorunlu, ve her lisede bu alandan öğretmen bulunmak zorunda, ancak o derslere giren öğretmenler biz değiliz.

Bizim alanlarımızdaki mezunlar için istihdam yok.
İşin garibi istihdam yaratacak devlet büyükleri (!) de yok.

.ve  bu durumu yaşayan binlerce fen-edebiyat fakültesi öğrencisi var.

Yeni tercih yapacak olanlara tek tavsiyem; Özel sektöre odaklanın. Başka türlü mutlu olamazsınız. Öğrencilik sürecinizde burnunuzdan gelir, hayallerinizde yerle bir olur. Yök’ün aldığı her yeni karar sizi sinir hastası yapabilir. 


Dipnot: ben zevk aldığım için Sanat tarihini seçmiştim. Gerçekten keyif aldığım ve beni mutlu eden bir alan. Ancak şuan anlıyorum ki, zevk alan ben değilim Yök.