26 Ağustos 2014 Salı

Yanık Kahve

Benim en yalan gerçeğim,
Soyunduğum,
Isındığım,
Sessiz çığlığım,


Senin derinliğini bilmeden kurduğun cümlelerde ben boğuldum, derinliğini bildiğim kalbinde boğulmadığım kadar.  Bata çıka yürümeyi öğrendiğim o yollarda, -ve yıllarda,  kendimden uzaklaştım. Kendimi kırdığım kadar hiç kırmadığım teninde sayıkladım durdum tüm yaşanmışlıklarımızı.  Battım, çıktım, durmadan battım ve durmadan çıktım. İçsel devinimlerimin hepsi beyaz tenimi tokatlarken, en çok sana soyundum, en çok da senin izin kaldı. Tenimin suçu değildi, ben iz toplayandım. Saçımdaki beyazlar çoğaldıkça ben de çoğaldım, sana çoğalarak aktım. Taştım. Taştan yüreğine hiç durmadan taştım.


Benim en gerçek mutluluğum,

Sana geldiğimde, küçücük bir kadındım. Dünyevi olan her şeyi, tüm ‘güzel’ diye nitelendirdiklerini odandaki aynaya bıraktım.  Yüzümü, askıya astım.  Soyulunca , soyundum.  Yüzündeki kırışıklıklara uzandım, ana rahmindeki  gibi huzurlu uykulara daldım. Yaşım kadar uyudum. Yaşın kadar, çarşafa aktım.
Zaman sonra büyüdüm.   İvecen tavrıma inat, sakin soluğunda duruldum. Yormadım hiç. Yorgunluğuna doydum.  Bağırmadım, kısık sesle konuştum. Üzmedim. Seni üzdükleri yerden sevdim. Kokladım seni. Ezberledim.



Elleri kadar kalbi de küçüğüm,
Sana hiç kızmadım,
Sen belki de yürümeyi yanlış öğrenmiştin. Ya da o ilk ayağa kalktığında duyduğun sesi hiç unutmadın, sana ellerini açarak “gel” diyene hep gittin. Birine gelmek, birinden gitmek demekti. Bunu muhtemelen fısıldamamıştı kulağına annen, ilk aşk sancında belki biraz anlamıştın. Seni çok sevdiğini söyleyenler gittiğinde, geride kaldığını görünce üzülmüştün. Zamanla bırakan oldun, bırakmanın tadını alınca, göz yaşlarının tadını unuttun.


Benim zamansızlığım,


Saatleri kovaladım hep yanında, kolumda durmuş bir saatle. Her anı hafızama kazıdım, yüzünü izledim gecelerce. Ve sabahlarca.  Kahve ve tütün kokan ağzının kokusunu çektim içime. Beraber terlediğimiz yatak kuruduğunda, kirpiklerine astığım sevdam da kurudu. Kirpiklerine astığımda bedenimi, anladım; Cennete gitmek için ölmek gerektiğini. Ve seni ne çok sevdiğimi…


Benim en gerçek mutsuzluğum,

Tüm bunları aldım. Sende topladım.
Bitirmedim, yarım kaldım. Öğrendim ki, insan tüketmeden bitiremezmiş.  Sokaklarca koşamadığını, saatlerce dokunamadığını, kahkahalara boğulamadığını, tüketemezmiş. Tüketmedim hiç, kaldım. Olsa olsa yarım kaldım. Kendime kandım. Sende kaldım. Ben hep  sana kalandım.

Belki de yalandım.
Kendi başıma uyanınca, uykumdan uyandım.
Bir  yanık kahve kokusunda, hayallere daldım.


Bulut.

17 Ağustos 2014 Pazar

İnsan En Çok Kendini Özlüyor

  " Sevgili 30 yaşım,
    Sana bu mektubu sekiz yıl önceden, yirmi üç sandığım, yirmi iki yaşımdan yolluyorum. Muhtemelen sen de otuz sandığın yirmi dokuz yaşından okuyacaksın. Umarım her şey yolundadır, çünkü bugün hiçbir şey yolunda değil... "
 diye başlayıp, devam ettim yazmaya. Bir sigara yaktım, sonra bir sigara daha... Biraz kahve içtim, sade. Biraz müzik dinledim. Biraz güldüm. Biraz ağladım.  Her şeyden "biraz" ama. Öyle söylüyordu Turgut Uyar : " 'her şeyden biraz kalır' diyordu hayat" diye. Bozmadım. Her şeyden biraz yaşadım, her şeyden biraz yazdım, her şeyden biraz kaldı.
 Ah Muhsin Ünlü de girdi aklıma, fısıldadı, "kuşlar ölürlerse yere düşerler" . Yazmaya devam ettim. Yazının sonlarına da ekledim, gözümde yaşla : "Umarım hayat seni çok güçlü bir kadın yapmıştır, bugün yaşadıkların boşa değildi, biliyorum".

İlkokul defterlerimi kaplar gibi, bugünün ve dünün üzerini kapladım. Bazen öyle olur; düşünmek istemezsin. Düşünmek istemediğim günlere açmak için kapadım gözlerimi. Derin nefesler aldım, derin yaralara inat, derinlerimden kendimi buldum çıkardım. Bugün yaşadıklarımı sekiz yıl sonraya gönderdim, yenilendim. Başka dizelere açıp gözlerimi, gülümsedim. En uzun kısama sarıldım tekrar.

'Ne de güzel demiş' dedim, Furuğ Ferruhzad: 
 "Kuş ölür, sen uçuşu hatırla".

'Ve ne güzel demiş' , Sylvia Plath diye devam ettim:

"
”Bir fırtına kuşunu sevmeliydim, seveceğime seni.”

Kendime sarıldım. "Özlemişim" dedim.  Çünkü insan en çok kendini ve kuşları özlüyordu... Ben de öyle.

Özlüyor ve özlüyordum.

Bulut.

14 Ağustos 2014 Perşembe

En Uzun Kısa

-İçimdeki muhalif sese.

 Herkesçe kötü geçmiş bir mevsimin son günlerinde hayatımın en uzun kısalığına sarıldım ve belki de en güzel gerçeklere açtım gözümü; eşantiyon bir takvim yaprağında hayatımın en uzun gününü yaşadım. Muhtemelen bundan sonrası çok kısa geçecek ve iki elimin parmaklarının sayısı bile yetmeyecekti geri kalan zamanları hesaplamaya. O muazzam ağrıyla tekrar tanıştığımda hatırladım; hayat çok kısaydı. Ve benim bu kısalıktan bahsedecek kadar zamanım kalmamıştı.

 Kalmayan zamanımın en güzel saatlerinde, seni bekledim. Sana dair yapabildiğim daha iyi bir şey yoktu. Yemek yapamazdım sana mesela , bunu öğrenmek için çok geç kalmıştım. Keman da çalamazdım, çünkü bir parçayı bitirmeden kimse göçmek istemezdi. Koşamazdım sana ; ayağım takılırdı, düşerdim. Acıyan canımı, daha çok acıtamazdım. Etkisini bir türlü göstermeyen ağrı kesicilere lanet okurken, kanayan yerlerimle ilgilenemezdim.


Seni bekledim. Seni gerçekten bekledim. "Geleceğim" dememiştin hiç, ama ben seni bekledim. Hayali bir tren istasyonunda, seni bana getirmeyen trenleri kovaladım. Saatim hep sana vardı ve muhtemelen üçü dokuz geçiyordu. Belki trenler seni her defasında almayı unutuyordu. Öyle ya bana gelmeyişinden daha az can yakıcıydı bu. Takvimde günler değişmiyordu, çünkü kimsenin eli gitmiyordu. Sanki daha da kısalacaktı zaman, eğer geçtiğimiz günlerin yapraklarını yırtıp atmazsak, daha fazla olacaktı her şey. Yarım kalmayacaktı belki.  Daha uzun. Evet, evet daha uzun.

Birkaç günden kara geçmiştik tanrının zaman tablosunda, birkaç gün, birkaç saat ya da birkaç ay, belki de yıl bilemiyorum. Öbür taraf ve burası arasında ne kadar zaman farkı var, okulda hiç öğretmediler. Öğretselerdi gülerdim zaten, biyoloji derslerinde de hep gülerdim. Bir erkek ve bir kadın bedenini öğretmeye kalkmışlardı ve,  kimse söylememişti "herkesin teni başka kokar" diye. Söyleselerdi gülmezdim. Sen bunu acı bir tokat gibi öğrettiğinde hiç gülmemiştim. Din derslerinde de gülerdim, "allah katı" dediklerinde, ya da "yukarıda allah var" dediklerinde, allahı üst komşumuz sanırdım. Artık biliyorum, o üst komşumuz değil. Olsaydı; annem hasta olmazdı.

Şimdi bakıyorum, ömrüm saçma şeyleri bana öğretmelerine izin vermekle geçmiş. Gökkuşağının kokusunu öğretmemişler hiç, ya da bulutların tadını. Yağmurda dans etmeyi, kahkaha atmayı bile öğretmemişler. Saçlarımdaki beyazları sevmeyi, yüzümde beliren kırışıklıklara saklanmayı, sevmeyi, çok sevmeyi. Hiç öğretmemişler.

Bana öğretemedikleri her şeyi, senin bana öğretmeni beklediğim için özür dilerim. Hiçbir şey tesadüf değildir, bazı insanların tanışmaları gerekir, bazı bedenlerin sevişmeleri gerekir, bazı kadınların bazı adamları sevmeleri gerekir, bazı adamların bazı kadınları mutlu etmeleri gerekir.  Ve bazen gitmek gerekir. Takvim yaprağını değiştirmek de... Acı verse de o acıyı deneyimlemek gerekir. Bana bir zamanlar öğrettiğin her şey için, "iyi ki".

bulut.


7 Ağustos 2014 Perşembe

Tenden Öte Senden İçeri

Boynunla omzun arasındaki
 o çukurdan öptüm seni.
Saçlarını kokladım.
Ellerine dokundum,
gözlerinin kıyısındaki kırışıklıklara sığdırdım sevgimi,
“keşke böyle olmasaydı” cümlesinde kayboldum.
Teninden öptüm seni.
Teninden öte öptüm seni.
Sevdim.
Teninden.
Öte.
Seni.
adını fısıldadım  içeri.


bulut.

Ben Sana Hep Var-dım.

- Bu da solundaki kırgınlığın yazısı olsun.


         
   Tütün kokan ağzının kıyısından öptüm, saçlarında gezdirdim ellerimi. “Seni artık hiç sevmeyeceğim” yazan ellerimle sevdim gözlerinin altındaki kırışıklıkları. Bana ait olmayan, olamayan tüm zamanları saatinden okudum. Geçen her dakikayı, içime işledim iğne oyası gibi. Ben, adını unutmuş, kim olduğunu unutmuş, o filmin küçük kadını, sol dirseğimden güç alarak izledim uykulu yüzünü. Öptüm; genzime doldu gözlerinin yeşili. İçimden bir dua geçirdim, uyanınca gerçek olamayacağını düşünmeden. İçimden bir dilek diledim, hiç uyanmamak istedim. Bir sigara yaktım, beraber içtiğimiz izmaritlerin üzerine kül döktüm.  Bir sigara daha yaktım, içime döktüm; yandım. Birkaç saat önce beni öpen dudaklarına fısıldadım. Kirpiklerine kondum, gözlerinde hangi filmin oynadığını bilmeden. Uykunun üzerine uyudum.

   Sarıldım sana, sıkı sıkı. Bir daha sarılamam korkusuyla. Nefesinle doldurdum içimi, genzimdeki gözlerinin yeşilini unutarak. Solundaki kırgınlığından öptüm seni, seni kırdıkları, incittikleri yerden baktım sana. İlk kez hiç kızmadan ve ilk kez içimdeki şefkatle baktım sana, dudaklarının titreyişinden öptüm. Dudaklarımı titreten adamın, titretilen dudaklarında aradım kaybettiğim tüm o güzel zamanları; belki on dokuzumu belki yirmi üçümü.  Bir ağustosun en sıcak gününde asılı kaldım. Kendimi astım bir takvimin orta yerinde. Bir mevsimle , bir mevsimde boğdum kendimi, hiç bilmediğim o evde.

 “birini bu kadar çok sevebilir misin?” sorusunu sorduğunda vazgeçtim kendimden, hiç söylenmemiş “evet, hem de çok” cümlesinin içime aktığı o vakitte korktum. İçimden konuştuğum zamanlara bir yenisini daha ekleyerek,  ve söylediğin gibi sesimi hiç çıkarmayarak söyledim sana “kendine iyi bak” .  Çok şey bıraktım orada. Ve o evde bıraktım, en büyük kavgamı.  O evde bıraktım, içimin tüm sancısını. O evde bıraktım kendimi, kendime iyi bakamayacağımı bilerek. Gözlerimden süzülen her damlayı sana armağan ettim, odanın gökyüzüne bıraktım. Dudaklarımdaki kahkahaları cebine koydum, tuttum ellerinden, ruhuna dokundum.

-Ve gece yarısı sıfır bir otuz birden bildiriyorum adam, sana asla bilemeyeceğin tarafınca kırılmış büyük bir kalp bıraktım. Tuttum o kalbin yazısını yazdım. Sana vardım, ben sana hep var-dım.


bulut.





4 Ağustos 2014 Pazartesi

On İkinci Mevsim

 -Bazı fotoğraflarda gülmüyoruz, mesela tanrının çektiklerinde.



 Sabahın ilk ışıkları doluyordu içime. Şehir ayaklanıyor, insanlar birkaç dakika daha uyumanın peşine düşüyordu. Dünyanın en huzursuz uykusu olarak nitelendirdiğim fakat geriye dönüp baktığımda çok özleyeceğim o uykunun içindeydim ben de. Yanımda nefes alan ve nefesinde boğulmayı göze aldığım bir adamın elleri vardı göğsümde; küçük. Küçücük parmakları, özenle kesilmiş tırnakları, masumlukla yıkanmış uykuda yüzü...  Karışık saçları, yorgun gözleri, hayatın tüm yorgunluğuna isyan eden  ve bu yüzden beyazları misafir eden sakalları... Hepimiz o sabah uyuyorduk. İç içe. İçten içe. Ben uykuda bir türkü tutturmuştum, ben uykuda bir duadan geçmiştim, ben uykuda bir başka adamın uykusuna misafir olmuştum, ben uykuda yanımdaki adamın nefesine koku olmuştum. Ben uykuda mutsuzdum. Ama olduğum yerde; mutlu.


Nasıl oldu bilmiyorum ama uyandık. O bir sesle bense bir cümleyle...
 
 En masum hallerine, en hayvani anlarına, en sevgi dolu ve en sevgisiz yanlarına tanıklık ettiğim adam; daha önce canımı hiç bu kadar yakmamıştı. Isınır sandığım, ama bir şekilde ısınamamış yüreğimin buz tutmuş her yerinde gezinen ve tüm derinliklerine inip, yıllarca saklı kalan, tüm o her şeyi gün yüzüne çıkaran adam; daha önce beni hiç bu kadar acıtmamıştı. İçimdeki buz kütlesini hiç kırmamıştı. Hem de bir cümleyle. İki kelimeden oluşan bir cümleyle, içimde ölen tüm çocukların ardından, ağladım. On iki mevsim sonra. On iki mevsim sonra, rahmimi parçalayan tüm acıların içinde, ağladım.

Yüreğim ve yüreği arasındaki o uzun mesafeyi adımladım, ama ulaşamadım. Başka bir yüzyılda, başka bir mevsimde ve başka bir saatte tanıyıp yine kokusunu sevdiğim adama, bu sefer ulaşamadım.

Oturdum, bir sigara yaktım.
Ulaşamayışıma ağladım.


bulut.


8 Temmuz 2014 Salı

İç'ten Geç-me.

     Çünkü her şey çok karışık. Kelimeler de öyle.

      -"Kendimi en mutlu hissettiğim yerdi orası" dedi başına gelecekleri bilmeden...
 Sonra tanrı onu aldı, başka bir eve ama aynı hissin içine koydu. 


  Elimdeki demli çayı sıkı sıkıya kavradığımda, ve çay bitip de kafamı kaldırdığımda orada olacağını  bilmiyordum. "Demek bunca zaman öylece oturmuşum " dedim içimden, sen ellerini bana uzatırken. Ellerinin tüm çizgilerinde kaybolmak istediğim zamanları anımsadım; güzel ve zor zamanları. Henüz kadınlığın ne olduğunu fark eden bedenimin sonsuz çırpınışlarını duydum hemen sonra. Yükselişlerimi, düşüşlerimi, kahkahalarımı gördüm. Kalbimin atış hızına yetişemediğim o günleri anımsadım. Midemdeki o sonsuz boşluğu ve o boşluğun hissettirdiği acıyı da tabii. Ve en çok da gözyaşlarımın tadını hatırladım.

 “Zaman ne çabuk geçmiş” diyerek sarıldığımda sana, orada olacağını inan bilmiyordum. Aslına bakarsan, bugün baktığımda hala orada mısın onu da bilmiyorum. Seni içimde koyduğum yeri öyle gizlemişim ki; artık ben de nerede olduğunu ve kim olduğunu bilmiyorum. Ve bilmek de istemiyorum.



    Ben burada durdum ve büyüdüm. Kendime en büyük kötülüğü yaptığımı bilmeden, geçen yılları ikiyle çarparak, büyüdüm. Hiç fotoğrafımız yoktu, ama aklımdaki tüm fotoğrafları yaktım. Tüm o anıları, yaşananları, verilmiş sözleri bir bir yaktım. Birini unutmak istediğinde öyle olur çünkü, her şeyi silmen gerekir, büyürken öğrendim. Bir daha asla bana nasıl baktığını görmeyecektim. Bir daha asla kokunu duymayacaktım. Bir daha asla sesini duymayacak ve sana dokunamayacaktım. Bir daha asla “Bir daha asla “ ile cümleye başlamayacağımı da öğrendim. Ve birini ancak  o isterse unutabilirmişim, öğrendim. Çok şey öğrendim. Çünkü sen yoktun.



Seninle içimden konuştuğum yıllardan sonra yanına gelince sustum. Çok sevdiğim bir arkadaşım da öyle demişti bir keresinde "susmanın bile bir anlamı oluyor bazen" diye. Ben o uzun suskunluğun içine sayısız kelime sığdırdım. Bu benim geçen yıllarda en sevdiğim oyun oldu. İçimden kavga etmeye içimden affetmeye öyle alıştım ki, bir gün ruhuna üfleneceğini ve canlanacağını bilemezdim. Diğer bilmediğim her şey gibi.


   Şimdi yine buradasın. Sen ve sana ait olan her şey burada olduğunu sana unutturmaya çalışıyor. Ama buradasın. Sana dokunuyorum, seni duyuyorum, kalbini dinliyorum, uyurken seni izliyorum, seni hissediyorum. Seni en baştan var ediyorum. Sanki hiç yok olmamışsın gibi, sanki bir gece hiç gitmemişsin gibi, sanki beni oracıkta yıllarca unutmamışsın gibi, tüm  o çığlıklarımı bastırmamışsın gibi, seni yeniden var ediyorum.
Ve artık varlığın acıtmıyor. Çünkü bu hissi biliyorum.


Ve ben Perdeleri olmayan bir evin içindeyim şimdi; Giyiniyorum, soyunuyorum, sevişiyorum ve hissediyorum. Farkında da değilim ama izleniyorum. Yüreğimi sakladığım tüm evler o evin izdüşümüydü, artık biliyorum.

bulut

12 Haziran 2014 Perşembe

Yoruldum

"Rahmin kadar konuş diyorlardı bana
Hamile kalıyordum oysa durmadan roman kahramanlarından"
                                                                                Didem Madak

İçimdeki acının önüne geçebilecek kadar yazım kurallarını bilmiyorum. İçimdeki sızıyı dindirebilecek kadar bilgim yok noktalama işaretlerinden.  Yazının bundan sonrasını içime bırakıyorum. Çünkü hiçbir kural dindirmiyor içimdekini.


       Yoruldum. Annemin bana ilk öğrettiği emeklemek değilmiş meğer; yürümek de değilmiş, koşmakmış.  Önümde yollar olduğunu bilerek koşuyordum, bir de baktım gittiğim yollar önümdeki yolları da geçmiş. Yolda gördüğüm, tanıdığım herkesi kalbime almak isterken, kalbimde kendime kadarlık yer kalmamış. Aylar önce kurulmuş bir cümlenin sızısı hala yüreğimde. "Git" diyor bana "git".
       Aklım mantığım almıyor hala o cümleyi.
       Bazen giderken de kalırmışız. 

     Hızla yazılmış bir paragraf gibiyim. Kuralsız, özensiz, düzensiz. Her satırımda bir hüzün saklı.
 "Ne olur konuş benimle, rüyadayım ve birazdan uyanacağım, ne olur konuş"
   
Suyunu değiştirmeyi unuttuğun bir vazonun içindeki çiçektim ben, kurudum. -Dokunsan döküleceğim. Parça parça olacağım. Bir rüzgarla beraber savrulacağım!
   Bir valizle kalkıp gittim yüreğinden. Sığamadığım tüm evlerden gittiğim gibi!
"Ne olur konuş benimle, rüyadayım ve birazdan uyanacağım, ne olur konuş"

   
Yoruldum.
Çok yoruldum.
Ben hayatımı durdurmak istiyorum.



Bulut.

19 Nisan 2014 Cumartesi

Var Olana.

  Aşk'a.

-Adını öğrendiğim gün, içimdeki hüzün ölmüştü.

  Tarihini bilmediğim bütün gecelerde, adını bilmediğim adamlar tarafından üzüldüm. Adsız adamların ter kokusunda uyandığım her sabah kendimden biraz daha uzaklaştım. Aynaya baktığımda,  kendi sesimi duyduğumda, ve yalnız kaldığımda, bütün olanlara defalarca üzüldüm.
 Tüm hüzünleri yüzümdeki umutlara saklamayı öğrendim. Bundan olacak ki, hüznü göremeyen herkes bir daha ve bir daha üzdü beni. Gülümsemelerin ardında sakladığım ruhumu, sırf gülümsediğim için bile kırabildiler. Ruhumun sancısında öğrendim, sevilmemeyi. Ruhumun acıyan  yerlerine teker teker kazınan mimikler ve jestler oldu. Ve üstünden yıllar da geçse "asla unutmayacağım" dediğim iç ağrıları... Bitmek bilmeyen geceler ve o gecelerin sabahları oldu.

   Umutsuzluğu kahkahaların arasına saklamayı öğrendim, mütemadiyen terkedilmiş bir bedenin zaruri ihtiyaçlarının arasında kaybettim adını bilmediğim ancak aşk sandığım o tüm duyguları. Henüz yürümeyi öğrenmiş bir çocuk gibi, titrek ayaklarımla bastım, geçtiğim tüm yollara. Saklandım. Bulunmayı ümit ederek ve asla bulunamayacağımı bilerek saklandım. En sevdiğim şarkının notalarına, en sevdiğim şiirin dizelerine, en sevdiğim filmin kamera arkasına, en sevdiğim yazarın romanına saklandım. İçimdeki karanlıktan daha karanlık olmayan/olamayan her yere saklandım.

  Bana vaadedilmiş ve asla gerçekleşmemiş ve asla da gerçekleşemeyecek olan  verilmiş sözler de oldu; Elimden tutup her şeyin çok güzel olacağını fısıldayan adamlar. Ve her şeyin çok güzel olacağını idrak etmemi sağlayan avuç avuç ilaçlar...


 Kendi başıma beynime mutluluk hormonunu dahi salgılayamıyorken, bir sabah ruhum kıpırdandı... Bana yaşadığımı hissettirecek cümleler oldu. Bana var olduğumu kanıtlayan sevgi dolu bakışlar oldu. Sonra perdenin arasından güneş girdi içeri...
 Gülümseyerek ve dokunarak.
Sararak ve severek.

Bildiğim tüm ezberleri yıkmak ister gibi...
Bildiğim tüm sözleri unutmamı ister gibi...

Şefkatle ve sevgiyle.
Güneş girdi içeri...
İnanmamı ister gibi...

Bulut.

23 Mart 2014 Pazar

Hoş geliş.

-Bir rüyanın içinden, rüya olana. Aşk'a.

       Mevsimi olmayan bir ayın,
       mevsimi olmayan bir gününde,
       mevsimi olmayan bir yerde oturduk.
      Mevsimi olmayan anlardan birinde,
      küçük bir gülümsemenin ardına sığınıp tuttum ellerini.
      Ellerinde görülmeyen yaralar vardı;
      tutunca hissettiğim,
      Kalbimin içine kadar sızlayan yaralar,
      Gözlerindeki gülümsemeyle gizlemeye çalıştığın,
      Ama canını çok yakan, yaralar.

-Bilirsin, bazen öyle olur. Görmek ve bilmek istemediğin her şeyi bilirsin. -


  Yüzündeki yaralara dokundum ,
  hiç bilmediğim tarihlerde
  hiç bilmediğim evlerde acıyan yaralar;
  Ve o evlerin genzime dolan kokusu.
  Biraz çay, biraz da naftalin...

-Bilirsin eski evler hep naftalin kokar-


  Saçlarındaki siyahlara inat;
  çoğalan beyazların arasından geçirdiğimde ellerimi,
  bir bebek kokusu gibiydi duyduğum.
 Biraz tütün, biraz da pudra.

-  Bilirsin, birine şefkat duyunca öyle olur. -


Tarihi olmayan bir gecede,
 tarifi olmayan bir şefkatle
 ve dahi tutkuyla sarıldığımda sana,
anladım;
 bu sarılmaların diğer sarılmalardan farklı olduğunu.

-Ellerinde baharlar var adam,
Ve ellerinde baharın kokusu...-

Beni bırakma.

bulut.

2 Mart 2014 Pazar

Kafası Karışık Şiir





ve ölmek kadar zor haziran'da şiir yazmak,
Hele ki değilse aylardan haziran,
Değilse ölmek,
değilse şiir;
ve yahut sarılmak sana,
keşmekeşin ortasında kekremsi sevdaların üzerine,
sarılmak sana,

Burası çok kalabalık,
Ellerimi bırakma.


-bulut

15 Şubat 2014 Cumartesi

kayıp

 Senin beni sevmeyi bıraktığın gün, sadece seni değil çocuğumu da kaybettim ben.

2 Şubat 2014 Pazar

Maru Butik




Tasarım  Ürünlere meraklıysanız sizi böyle alalım --  Maru Butik :)

    Son zamanlarda tasarım ürünlere ilgi artmakta. Artık kimse birbirinin aynı şeyleri giymekten/ takmaktan/ kullanmaktan memnun değil. İşte tam bu noktada devreye Tasarımcılarımız girdi !  Tamamen el işçiliği ve hayal gücünün birleştiği bu tasarım ürünlere göz atmanızda hatta  satın almanızda yarar olacağını düşünüyorum. Kalite,fiyat ve göze hitap açısından muazzam olan bu ürünleri kaçırmayın !
 
 Son derece şık ve cıvıl cıvıl ürünler için Maru Butik ile iletişeme geçebilir, özel isteklerde bulunabilir, yaklaşan özel günleriniz için sipariş verebilirsiniz. 
Kendi tasarımlarını kendi işçiliği ile size sunan Aydan Yıldırım'ın ürünlerinin bir kaç fotoğrafını yazıya ekliyorum.
Çantaları kaçırmayın derim, sevgiler :)












Işıkları Sönen ev


"istediğin zaman ışığı söndür, senin karanlığını da tanır ve severim"
                                                                                                    R.Tagore




Ve o gece,
Bütün ışıklar söndü,
bütün ışıkları söndürdü adam...
Önce gözlerindeki,
 hemen sonra
odadakileri,
Ve evdekileri,
Ve tüm şehirdekileri,
Ve gökyüzündekileri,
Yıldızları bile söndürdü adam!
Bir bir söndürdü...

 bense bu karanlığı hiç sevmedim.
Sevemedim!
Işıklar sönünce, yolumu göremedim.
Üzgünüm adam,
Şair yalan söylemiş, ben
Seni affedemedim.
Tanıyıp da sevemedim.


                                                                                                      bulut.

31 Ocak 2014 Cuma

Ah be Hasan

      Buraya geleli henüz iki yıl olmuştu Ahmet Amca'yı tanıdığımda. Zorunlu hizmet olarak gönderildiğim bu köyü başlarda çok yadırgamış, daha sonra ise bu köyün bir parçası olmuştum. Şehirden gelen her insan, nerede olursa olsun garip karşılanır; ben de öyle karşılanmıştım. İnsanların gözlerindeki ikircikli tavrın nedenini anlamıyordum, kıyafetlerim mi, üzerimdeki beyaz üniforma mı, yoksa yüzüme oturmuş yabancı olduğumu belli eden çizgiler miydi beni bunca yadırgamalarına sebep? Bilmiyordum.  Köyün küçük çocukları kapımda oyun oynar, ben kapıya çıktım mı kaçarlardı. Saygıda kusur etmiyordu hiçbiri. Muayne edilecekleri vakit; kadınlar utanır, gözlerini benden kaçırırlardı. Kimi zaman elimi öpmeye kalkanlar, hastasını iyi ettim diye kuzu, tavuk ya da yumurta gönderenler olurdu. Ama köyün kahvesinde oturduğum vakit, kimse yanıma yanaşmaz, kendi aralarında konuşur, oyun oynarlardı.
    Bu köyde onuncu ayımın dolduğu sıralarda, burada geçirdiğim vakitler de renklenmeye başladı. Onlar gibi konuşmaya, onlar gibi oturmaya, onların yaptıklarını yapmaya başlamıştım. Artık kahvede yanıma geliyorlar, beraber okey bile oynuyorduk. Köyün meselelerini iyiden iyiye bilmeye başlamış, herkesi tanımıştım. Boş zamanlarımda uzun yürüyüşlere çıkıyor, kimi zaman da köyün çocuklarıyla maç yapıyordum.
    Bir gün hiç tanımadığım biri geldi muaynehaneme. Yüzündeki oturmuş, yer etmiş çizgilerden anladığım kadarıyla yaşı epey vardı. Zor yürüyordu. " Merhaba oğlum, bakıver hele şu göğsüme, bir öksürüktür gidiyor" dediğinde anladım, onun buralardan olmadığını. Konuşması farklıydı.  Muayne ettim. Bir şeye rastlayamadım. Tahliller yapmamız gerektiğini anlattım, her ihtimale karşı. "Yaşın kaç amca senin" diye sorduğumda, duyduğum ses karşısında şaşkınlığımı gizleyemedim, "108" . "Maşallah amca, allah uzun ömürler versin, nasıl bakıyorsun kendine böyle, bize de ver sırrını" dediğimde daha da şaşırttı beni.  "Ya Hasan, bak gördün mü işte böyle, ölenle ölünmüyor, istiyorum ama, ölünmüyor" dedi, ne demek istediğini anlayamamıştım. Giriş cümlesi olarak kullandığı bu sözcük öbeği kafamı karıştırmıştı. Üstelik Hasan'ın kim olduğunu da bilmiyordum. Meraklandım. İhtiyarın cümlesinden daha çok Hasan'ın kim olduğunu düşündüm. O ise, bundan keyif aldığını belli edercesine gülümseyerek, çıkıp gitti. Çok geçmeden öğrenecektim her şeyi, ama çok şey de geçmiş olacaktı. Şimdi düşünüyorum da o günkü aklım olsa, Hasan'ın kim olduğunu  hiç merak etmezdim.

   Kahvede oturuyorduk bir gün, haber geldi. "Ahmet amca öldü" diye çığıran bir küçük çocuktan. Çocuğun tiz sesi suratımın ortasında tokat gibi patladı. Henüz tahlillerini de yaptırmaya gelmemişti. Kim olduğunu, nesi olduğunu hatta neden öldüğünü bile bilmediğim bu ihtiyarın cenazesinden sonra anladım her şeyi. Köyün bir başka ihtiyarına sorduğumda, yüzüme eğildi, büyük bir sır verir gibi sesini kıstı, gözlerini temkinli gezdirdi içerde, "o buralardan değil,dedi, Anlayamadın mı be çocuk, yıllar evvel geldi buraya, bir suç işlemiş zamanında, arkadaşı üstlenmiş suçu Hasan, onun yüzünden yıllarca yatmış içerde. En yakınıymış onun, bir gün haber gelmiş cezaevinden Hasan'ı öldürmüşler. Dayanamamış bu acıya bizimki. Vurmuş kendini oradan oraya. E yaş da geçince sığınıverdi bu köye. Pek çıkmazdı evinden, arada bir görürdük onu. Kimsenin ismini bilmezdi. Herkese Hasan derdi. Allah affeder umarım , çünkü o hiç affetmedi kendini" .

     Kahvenin karanlığında, dünyanın en uzun hikayesini dinlemiş gibi sersemlemiştim. Cebimden ucuz sigaramı çıkardım. Sigaradan derin bir nefes alıp "Yaa Hasan işte böyle, ölüm de gelir bir gün " dedim. Kimse duymadı. Kimse de konuşmadı. Sigaram ve ben sustuk.


bulut.

30 Ocak 2014 Perşembe

Papatyalar Öksüz Kaldı

-Cevher abla'ya


      Başındaki yemenisini düzeltirken yere düşürdüğü çiçek sepeti sayesinde tanıdım onu. Ayaklarımın dibine düşen papatyaları eğilip kaldırmak istediğimde, mahcup gülümsemiş, özür dilemişti. "Kusura bakma ablam, rüzgar işte" dediğinde, sesindeki endişeli neşe içimde bir yeri acıttı. Sustum, sadece gülümsedim. "Allah nazarlardan saklasın seni" dedi. Öksürdü. Yine gülümsedim.
     O yoldan her geçtiğimde dua ederdim, yine düşürsün o sepeti diye. Ama o her seferinde gözlerini kaçırırdı benden. Ya da bana öyle gelirdi. Fazla değil bir kaç ay sonra gördüm onu. Yine yere düşmüş çiçeklerini topluyordu. Yüzündeki neşe silinmiş, gözlerinde hüzün vardı. "Yine mi rüzgar abla" diye takıldım geçerken.
Gülümsedi. "Hem de ne rüzgar" dedi. Şaşırdım, yaprak bile kıpırdamıyordu... "Allah nazarlardan saklasın seni ablam" dedi. Öksürdü. Yine gülümsedim.
    Bir gün gidip oturdum yanındaki iskemleye. Çiçekli şalvarına takıldı gözüm, yer yer yamalıydı. Kırmızı yemenisinin rengi atmıştı. Yüzü solgundu. Yorgunluktan herhalde dedim. Çiçeklerden bahsettik biraz. Onun da en sevdiği çiçek papatyaymış. İki kızı varmış. Kocasını kaybetmiş bir kaç sene evvel. Ailesi uzaklardaymış. "Geçim derdi, naparsın, elde yok avuç da yok iki çocuk bakıyor elime, ben çalışmayayım da kim çalışsın" dedi. Öksürdü. Sonra farkettim, adını bilmiyordum. "Adın ne abla senin" dedim. Kalbine kadar gülümsedi, "Cevher".
 Cevher abla'yı son gördüğümde yine ayaklarımın dibine düşürmüştü çiçeklerini... Gülümsedim.
"Ah be abla, rüzgar da yok ki bu sefer" diyerek papatyaları kaldırdım. Cebimden para çıkardığımda kızdı. "Koy onu cebine" dedi , ikna ettim onu, aldı. Oturduk biraz, kalkarken "al abla" dedim. Papatyaları uzattım ona... Gözleri doldu bu sefer, "Aman be deli kız, dedi, Ne yaptın sen? Çiçek satarım ama, ömrümde kimse çiçek vermedi ki bana"
   Boğazıma bir yumru oturdu. Cevap veremedim, hiç düşünmemiştim. Hazırlıksız yakalamıştı o cümle beni. Ondan sonra utandım gitmeye, hiç geçmedim o yoldan. Nedense bir iki ay sonra cesaret edip geçtim de, bomboştu çiçek tezgahının olduğu yer. İşi vardır belki dedim. Ertesi gün yine geldim, elimde çiçeklerle. Bu sefer ben de onu hazırlıksız yakalayacaktım.  Yan taraftaki sucu amcaya sordum. "Gitti o kızım, dedi, göçüverdi öbür dünyaya gariban naparsın?"




Bulut.


Sessiz Çığlık


                                  


  Geliyordu işte. Bir odanın içinde çığlıklar yükseliyor ve beklenen misafir geliyordu. Kadının alnındaki kırışıklıkların üzerinden damla damla terler süzülüyor, ayak parmaklarından saç tellerine kadar sarsılan kadın, beklenen misafirine sarılıyordu. Hayır bu sefer aynı şey olmayacaktı. Ya da olabilir miydi? İçini kaplayan huzursuzluğa yenik düşen kadın, sesini perde perde yükselterek ağlıyordu. Sahi bu sefer aynı şey olmayacaktı değil mi? Ve işte, bir sancı. Ve daha büyük bir sancı. Ve dahi daha büyük… Beklenen an.

  Gözlerini yorgunlukla açtı kadın. Karnını yokladı. Kıpırdayacak hali dahi yoktu. Pencerenin önündeki beyaz güllere baktı uzun uzun. Tekrar gezdirdi gözlerini odada. Sesi de çıkmıyordu. Evet sesini duymuyordu kadın. Daha önce de duymamıştı. Nereye götürmüşlerdi? Daha önce de götürmüş ve geri getirmemişlerdi. Hayır bu sefer aynı şey olmayacaktı. Bir terslik vardı, hissediyordu. Çünkü bu duyguyu tanıyordu. Gözleri odanın içerisinde birini aradı. Oda neden bu kadar boştu? Ah bu sessizlik… Ah bu sessizlik adamı deli ederdi. Etmişti. Biliyordu.

   Hemen sonra var gücüyle bağırmaya başladı yorgunluğuna ve odanın sessizliğine inat. Sesi bedeninden dışarıya, uzay boşluğuna doğru bir daha yok olmamacasına süzülürken iki doktor odaya girdi.  Neden herkes ve her yer beyazdı? Ah bu beyaz… Ah bu beyaz insanı deli ederdi. Etmişti. Biliyordu. Odaya giren iki doktor kadının ellerini bağladı.  “ Sessiz ol, güvendesin “ dedi yaşça daha olgun görüneni. “Nerede? Nereye götürdünüz “ diye yanıtladı kadın. Diğer doktoru daha önce hiç görmemişti. Yüzü bembeyaz olan bu gence bakınca “ah bu beyaz” diye iç geçirdi. Doktor neden iğneyi hazırlıyordu? Yoksa yine mi? Yine mi aynı şey olmuştu? “Öldü mü” diye sordu kadın. Cevap aradı o yaşlı gözlerde. “Söyleyin öldü mü ” diye hıçkırıklar arasından boğuk sesle, bir yanıt dilendi kadın. Ah hayır, yine o iğne…

   Gözlerini kapadı. Çığlıklarını bastırmıştı bu iğne. Acılarını dindiriyordu bir nebze. Uyutacaktı da birazdan. Ama geçmiyordu işte. Bir iğne bebeğini alıp götürüyordu sanki her defasında. Hatta bir keresinde kocasını bile alıp götürmüştü, tam yedi yıl önce, beyaz güllerin çıktığı vakit. Sonrası; sakinleştiriciler, kar beyazı odalar… Belki biraz da uyku hapları.  Ama hep bir yalnızlık. Yüzündeki acı, odanın geldiği hal ve kadının tavrı  genç doktoru şaşırtmıştı. Hocasına baktı, gözlerindeki aşinalığa dayanarak bir neden aradı. Yaşlıca olan doktor hemen cevap vermedi bu bakışlara. Yerden kirlenmiş, eskimiş yastığı kaldırdı. Kadının yanına koydu. “Yastıklar ölemez,” dedi. Genç doktorun yüzündeki belirsizliğe aldırmadan devam etti, “hele ki son yedi yıldır her beşinci ayın on altısında doğan yastıklar hiç ölemez, merak etme alışırsın. Aslında o bile alıştı sayılır bakma“ . İki doktor da odadan çıktı. Pencerenin önünden içeriye sızan beyaz güllerin kokusu ve kadın odada yalnız kaldı.


bulut.

16 Ocak 2014 Perşembe

Yarım Kalmış Yazı

 -Sen benim bebeğimdin, yürümeyi öğrendin, gittin.


Denizin dalgalarını saçlarında saklayan adam,
Elleri yüreğimin geçmişinde saklı adam,
Elleri buz, yüreği buzdan adam.
Seni özledim. Gel,

bulut

11 Ocak 2014 Cumartesi

Tuzla Buz Hikayem

- Bugün parçalanınca, dün noksan kalmışım,Beni yarım bırakışına inat, seni tam saymışım.


Dağınığım adam, -saçlarım kadar-Tükeniğim,
Ve yorgun.
Hissizim adam, -sessizliğim kadar-
Ceplerimde hikayem,
martılara simit atıyorum, -simiti de pek sever İzmir'in martıları-
Biraz da hikayelerimi...
Atıyorum adam, bu hikayelerin hepsini,
Atıyorum.

Hiç edilmemiş bir dansın,
Şehvetiyle bakıyorsun yüzüme. -bana öyle bakma-
Hiç izlemediğimiz o filmde, çok konuşuyorsun. -sessiz ol, kızıyorum-
Geçmişin dizlerime uzanmış,
Geleceğim, ağzında bir küfür.
Geleceğim adam,
-Bir gün yine geleceğim-

 Hiç edilmemiş bir dansı etmeye,
Hiç izlemediğimiz o filmi izlemeye,
Dudaklarında yarım kalmış o öpücüğü sonlandırmaya,
Dudaklarımda yarım kalmış hikayemi anlatmaya,
Geleceğim adam geleceğim,
Senin soğuk ellerindeki soğumuş çayı içmeye,

Ağzında beylik laflar,
Büyük lokmalar, üzgünüm adam,
Boyundan büyük olur İzmir'de aşklar...


-Bu arada sessiz ol adam, çünkü  bu Martı hikayeleri sevmiyor-


bulut.




5 Ocak 2014 Pazar

Bir veda gerek sana, bana.

- Yüreğim yüreğinde değildi, beraber  uyuyunca, uydurmuşum!

Adam,
Uzak mesafelerden yazıyorum sana,
Uzak ve uzun yollardan - hayır dönmeyeceğim-
Ellerinin yetemeyeceği mesafelerden,
Ellerimin buz gibi olduğu şehirlerden,
Artık ellerimi düşlemenin sana yasak olduğu deniz kıyılarından,
Yazıyorum.
Okursan şayet; dinle.

Bir şarap şişesi ne kadar bitik olabilirse o kadar bitiğim işte!
Ve bir şarap şişesi kadar;
Geçmişte kalmış. - hayır dönmeyeceğim-
Bir şarap şişesi kadar yitik.
Bir şarap şişesi kadar kırık ve kimsesiz.
Ve beraber açtığımız bir şarap şişesi kadar sana; Uzak.
Lanetlenmiş bir öpücüğün ardından yazıyorum sana,
Lanetli bir tükürük tadının, alnıma yapışmış bir suçlama olamayacağı kadar,
Suçlayıp beni parçalayacak kadar üzemeyeceği,
Ağlatamayacağı,
Ve bir o kadar da yok edemeyeceği kadar Uzaklardan yazıyorum.
Okursan şayet; dinle.
Ruhumun yorgunluğundan yazıyorum,
Ruhumun tükenmişliğinden,
Ruhunun gökyüzünden düşüyorum adam,
Gök yüzünden düşen bin parça, canımı acıttığı için;
Ve belki de her parça yüreğime battığı için !

-bana öyle bakma adam sen istedin, ben gidiyorum-
Bir veda gerek sana,

Bana,
-ve o yatağa-
-ve o eve-
-ve o öpücüğe-


Elveda adam.


Gidiyorum.



-bulut