26 Ağustos 2014 Salı

Yanık Kahve

Benim en yalan gerçeğim,
Soyunduğum,
Isındığım,
Sessiz çığlığım,


Senin derinliğini bilmeden kurduğun cümlelerde ben boğuldum, derinliğini bildiğim kalbinde boğulmadığım kadar.  Bata çıka yürümeyi öğrendiğim o yollarda, -ve yıllarda,  kendimden uzaklaştım. Kendimi kırdığım kadar hiç kırmadığım teninde sayıkladım durdum tüm yaşanmışlıklarımızı.  Battım, çıktım, durmadan battım ve durmadan çıktım. İçsel devinimlerimin hepsi beyaz tenimi tokatlarken, en çok sana soyundum, en çok da senin izin kaldı. Tenimin suçu değildi, ben iz toplayandım. Saçımdaki beyazlar çoğaldıkça ben de çoğaldım, sana çoğalarak aktım. Taştım. Taştan yüreğine hiç durmadan taştım.


Benim en gerçek mutluluğum,

Sana geldiğimde, küçücük bir kadındım. Dünyevi olan her şeyi, tüm ‘güzel’ diye nitelendirdiklerini odandaki aynaya bıraktım.  Yüzümü, askıya astım.  Soyulunca , soyundum.  Yüzündeki kırışıklıklara uzandım, ana rahmindeki  gibi huzurlu uykulara daldım. Yaşım kadar uyudum. Yaşın kadar, çarşafa aktım.
Zaman sonra büyüdüm.   İvecen tavrıma inat, sakin soluğunda duruldum. Yormadım hiç. Yorgunluğuna doydum.  Bağırmadım, kısık sesle konuştum. Üzmedim. Seni üzdükleri yerden sevdim. Kokladım seni. Ezberledim.



Elleri kadar kalbi de küçüğüm,
Sana hiç kızmadım,
Sen belki de yürümeyi yanlış öğrenmiştin. Ya da o ilk ayağa kalktığında duyduğun sesi hiç unutmadın, sana ellerini açarak “gel” diyene hep gittin. Birine gelmek, birinden gitmek demekti. Bunu muhtemelen fısıldamamıştı kulağına annen, ilk aşk sancında belki biraz anlamıştın. Seni çok sevdiğini söyleyenler gittiğinde, geride kaldığını görünce üzülmüştün. Zamanla bırakan oldun, bırakmanın tadını alınca, göz yaşlarının tadını unuttun.


Benim zamansızlığım,


Saatleri kovaladım hep yanında, kolumda durmuş bir saatle. Her anı hafızama kazıdım, yüzünü izledim gecelerce. Ve sabahlarca.  Kahve ve tütün kokan ağzının kokusunu çektim içime. Beraber terlediğimiz yatak kuruduğunda, kirpiklerine astığım sevdam da kurudu. Kirpiklerine astığımda bedenimi, anladım; Cennete gitmek için ölmek gerektiğini. Ve seni ne çok sevdiğimi…


Benim en gerçek mutsuzluğum,

Tüm bunları aldım. Sende topladım.
Bitirmedim, yarım kaldım. Öğrendim ki, insan tüketmeden bitiremezmiş.  Sokaklarca koşamadığını, saatlerce dokunamadığını, kahkahalara boğulamadığını, tüketemezmiş. Tüketmedim hiç, kaldım. Olsa olsa yarım kaldım. Kendime kandım. Sende kaldım. Ben hep  sana kalandım.

Belki de yalandım.
Kendi başıma uyanınca, uykumdan uyandım.
Bir  yanık kahve kokusunda, hayallere daldım.


Bulut.

17 Ağustos 2014 Pazar

İnsan En Çok Kendini Özlüyor

  " Sevgili 30 yaşım,
    Sana bu mektubu sekiz yıl önceden, yirmi üç sandığım, yirmi iki yaşımdan yolluyorum. Muhtemelen sen de otuz sandığın yirmi dokuz yaşından okuyacaksın. Umarım her şey yolundadır, çünkü bugün hiçbir şey yolunda değil... "
 diye başlayıp, devam ettim yazmaya. Bir sigara yaktım, sonra bir sigara daha... Biraz kahve içtim, sade. Biraz müzik dinledim. Biraz güldüm. Biraz ağladım.  Her şeyden "biraz" ama. Öyle söylüyordu Turgut Uyar : " 'her şeyden biraz kalır' diyordu hayat" diye. Bozmadım. Her şeyden biraz yaşadım, her şeyden biraz yazdım, her şeyden biraz kaldı.
 Ah Muhsin Ünlü de girdi aklıma, fısıldadı, "kuşlar ölürlerse yere düşerler" . Yazmaya devam ettim. Yazının sonlarına da ekledim, gözümde yaşla : "Umarım hayat seni çok güçlü bir kadın yapmıştır, bugün yaşadıkların boşa değildi, biliyorum".

İlkokul defterlerimi kaplar gibi, bugünün ve dünün üzerini kapladım. Bazen öyle olur; düşünmek istemezsin. Düşünmek istemediğim günlere açmak için kapadım gözlerimi. Derin nefesler aldım, derin yaralara inat, derinlerimden kendimi buldum çıkardım. Bugün yaşadıklarımı sekiz yıl sonraya gönderdim, yenilendim. Başka dizelere açıp gözlerimi, gülümsedim. En uzun kısama sarıldım tekrar.

'Ne de güzel demiş' dedim, Furuğ Ferruhzad: 
 "Kuş ölür, sen uçuşu hatırla".

'Ve ne güzel demiş' , Sylvia Plath diye devam ettim:

"
”Bir fırtına kuşunu sevmeliydim, seveceğime seni.”

Kendime sarıldım. "Özlemişim" dedim.  Çünkü insan en çok kendini ve kuşları özlüyordu... Ben de öyle.

Özlüyor ve özlüyordum.

Bulut.

14 Ağustos 2014 Perşembe

En Uzun Kısa

-İçimdeki muhalif sese.

 Herkesçe kötü geçmiş bir mevsimin son günlerinde hayatımın en uzun kısalığına sarıldım ve belki de en güzel gerçeklere açtım gözümü; eşantiyon bir takvim yaprağında hayatımın en uzun gününü yaşadım. Muhtemelen bundan sonrası çok kısa geçecek ve iki elimin parmaklarının sayısı bile yetmeyecekti geri kalan zamanları hesaplamaya. O muazzam ağrıyla tekrar tanıştığımda hatırladım; hayat çok kısaydı. Ve benim bu kısalıktan bahsedecek kadar zamanım kalmamıştı.

 Kalmayan zamanımın en güzel saatlerinde, seni bekledim. Sana dair yapabildiğim daha iyi bir şey yoktu. Yemek yapamazdım sana mesela , bunu öğrenmek için çok geç kalmıştım. Keman da çalamazdım, çünkü bir parçayı bitirmeden kimse göçmek istemezdi. Koşamazdım sana ; ayağım takılırdı, düşerdim. Acıyan canımı, daha çok acıtamazdım. Etkisini bir türlü göstermeyen ağrı kesicilere lanet okurken, kanayan yerlerimle ilgilenemezdim.


Seni bekledim. Seni gerçekten bekledim. "Geleceğim" dememiştin hiç, ama ben seni bekledim. Hayali bir tren istasyonunda, seni bana getirmeyen trenleri kovaladım. Saatim hep sana vardı ve muhtemelen üçü dokuz geçiyordu. Belki trenler seni her defasında almayı unutuyordu. Öyle ya bana gelmeyişinden daha az can yakıcıydı bu. Takvimde günler değişmiyordu, çünkü kimsenin eli gitmiyordu. Sanki daha da kısalacaktı zaman, eğer geçtiğimiz günlerin yapraklarını yırtıp atmazsak, daha fazla olacaktı her şey. Yarım kalmayacaktı belki.  Daha uzun. Evet, evet daha uzun.

Birkaç günden kara geçmiştik tanrının zaman tablosunda, birkaç gün, birkaç saat ya da birkaç ay, belki de yıl bilemiyorum. Öbür taraf ve burası arasında ne kadar zaman farkı var, okulda hiç öğretmediler. Öğretselerdi gülerdim zaten, biyoloji derslerinde de hep gülerdim. Bir erkek ve bir kadın bedenini öğretmeye kalkmışlardı ve,  kimse söylememişti "herkesin teni başka kokar" diye. Söyleselerdi gülmezdim. Sen bunu acı bir tokat gibi öğrettiğinde hiç gülmemiştim. Din derslerinde de gülerdim, "allah katı" dediklerinde, ya da "yukarıda allah var" dediklerinde, allahı üst komşumuz sanırdım. Artık biliyorum, o üst komşumuz değil. Olsaydı; annem hasta olmazdı.

Şimdi bakıyorum, ömrüm saçma şeyleri bana öğretmelerine izin vermekle geçmiş. Gökkuşağının kokusunu öğretmemişler hiç, ya da bulutların tadını. Yağmurda dans etmeyi, kahkaha atmayı bile öğretmemişler. Saçlarımdaki beyazları sevmeyi, yüzümde beliren kırışıklıklara saklanmayı, sevmeyi, çok sevmeyi. Hiç öğretmemişler.

Bana öğretemedikleri her şeyi, senin bana öğretmeni beklediğim için özür dilerim. Hiçbir şey tesadüf değildir, bazı insanların tanışmaları gerekir, bazı bedenlerin sevişmeleri gerekir, bazı kadınların bazı adamları sevmeleri gerekir, bazı adamların bazı kadınları mutlu etmeleri gerekir.  Ve bazen gitmek gerekir. Takvim yaprağını değiştirmek de... Acı verse de o acıyı deneyimlemek gerekir. Bana bir zamanlar öğrettiğin her şey için, "iyi ki".

bulut.


7 Ağustos 2014 Perşembe

Tenden Öte Senden İçeri

Boynunla omzun arasındaki
 o çukurdan öptüm seni.
Saçlarını kokladım.
Ellerine dokundum,
gözlerinin kıyısındaki kırışıklıklara sığdırdım sevgimi,
“keşke böyle olmasaydı” cümlesinde kayboldum.
Teninden öptüm seni.
Teninden öte öptüm seni.
Sevdim.
Teninden.
Öte.
Seni.
adını fısıldadım  içeri.


bulut.

Ben Sana Hep Var-dım.

- Bu da solundaki kırgınlığın yazısı olsun.


         
   Tütün kokan ağzının kıyısından öptüm, saçlarında gezdirdim ellerimi. “Seni artık hiç sevmeyeceğim” yazan ellerimle sevdim gözlerinin altındaki kırışıklıkları. Bana ait olmayan, olamayan tüm zamanları saatinden okudum. Geçen her dakikayı, içime işledim iğne oyası gibi. Ben, adını unutmuş, kim olduğunu unutmuş, o filmin küçük kadını, sol dirseğimden güç alarak izledim uykulu yüzünü. Öptüm; genzime doldu gözlerinin yeşili. İçimden bir dua geçirdim, uyanınca gerçek olamayacağını düşünmeden. İçimden bir dilek diledim, hiç uyanmamak istedim. Bir sigara yaktım, beraber içtiğimiz izmaritlerin üzerine kül döktüm.  Bir sigara daha yaktım, içime döktüm; yandım. Birkaç saat önce beni öpen dudaklarına fısıldadım. Kirpiklerine kondum, gözlerinde hangi filmin oynadığını bilmeden. Uykunun üzerine uyudum.

   Sarıldım sana, sıkı sıkı. Bir daha sarılamam korkusuyla. Nefesinle doldurdum içimi, genzimdeki gözlerinin yeşilini unutarak. Solundaki kırgınlığından öptüm seni, seni kırdıkları, incittikleri yerden baktım sana. İlk kez hiç kızmadan ve ilk kez içimdeki şefkatle baktım sana, dudaklarının titreyişinden öptüm. Dudaklarımı titreten adamın, titretilen dudaklarında aradım kaybettiğim tüm o güzel zamanları; belki on dokuzumu belki yirmi üçümü.  Bir ağustosun en sıcak gününde asılı kaldım. Kendimi astım bir takvimin orta yerinde. Bir mevsimle , bir mevsimde boğdum kendimi, hiç bilmediğim o evde.

 “birini bu kadar çok sevebilir misin?” sorusunu sorduğunda vazgeçtim kendimden, hiç söylenmemiş “evet, hem de çok” cümlesinin içime aktığı o vakitte korktum. İçimden konuştuğum zamanlara bir yenisini daha ekleyerek,  ve söylediğin gibi sesimi hiç çıkarmayarak söyledim sana “kendine iyi bak” .  Çok şey bıraktım orada. Ve o evde bıraktım, en büyük kavgamı.  O evde bıraktım, içimin tüm sancısını. O evde bıraktım kendimi, kendime iyi bakamayacağımı bilerek. Gözlerimden süzülen her damlayı sana armağan ettim, odanın gökyüzüne bıraktım. Dudaklarımdaki kahkahaları cebine koydum, tuttum ellerinden, ruhuna dokundum.

-Ve gece yarısı sıfır bir otuz birden bildiriyorum adam, sana asla bilemeyeceğin tarafınca kırılmış büyük bir kalp bıraktım. Tuttum o kalbin yazısını yazdım. Sana vardım, ben sana hep var-dım.


bulut.





4 Ağustos 2014 Pazartesi

On İkinci Mevsim

 -Bazı fotoğraflarda gülmüyoruz, mesela tanrının çektiklerinde.



 Sabahın ilk ışıkları doluyordu içime. Şehir ayaklanıyor, insanlar birkaç dakika daha uyumanın peşine düşüyordu. Dünyanın en huzursuz uykusu olarak nitelendirdiğim fakat geriye dönüp baktığımda çok özleyeceğim o uykunun içindeydim ben de. Yanımda nefes alan ve nefesinde boğulmayı göze aldığım bir adamın elleri vardı göğsümde; küçük. Küçücük parmakları, özenle kesilmiş tırnakları, masumlukla yıkanmış uykuda yüzü...  Karışık saçları, yorgun gözleri, hayatın tüm yorgunluğuna isyan eden  ve bu yüzden beyazları misafir eden sakalları... Hepimiz o sabah uyuyorduk. İç içe. İçten içe. Ben uykuda bir türkü tutturmuştum, ben uykuda bir duadan geçmiştim, ben uykuda bir başka adamın uykusuna misafir olmuştum, ben uykuda yanımdaki adamın nefesine koku olmuştum. Ben uykuda mutsuzdum. Ama olduğum yerde; mutlu.


Nasıl oldu bilmiyorum ama uyandık. O bir sesle bense bir cümleyle...
 
 En masum hallerine, en hayvani anlarına, en sevgi dolu ve en sevgisiz yanlarına tanıklık ettiğim adam; daha önce canımı hiç bu kadar yakmamıştı. Isınır sandığım, ama bir şekilde ısınamamış yüreğimin buz tutmuş her yerinde gezinen ve tüm derinliklerine inip, yıllarca saklı kalan, tüm o her şeyi gün yüzüne çıkaran adam; daha önce beni hiç bu kadar acıtmamıştı. İçimdeki buz kütlesini hiç kırmamıştı. Hem de bir cümleyle. İki kelimeden oluşan bir cümleyle, içimde ölen tüm çocukların ardından, ağladım. On iki mevsim sonra. On iki mevsim sonra, rahmimi parçalayan tüm acıların içinde, ağladım.

Yüreğim ve yüreği arasındaki o uzun mesafeyi adımladım, ama ulaşamadım. Başka bir yüzyılda, başka bir mevsimde ve başka bir saatte tanıyıp yine kokusunu sevdiğim adama, bu sefer ulaşamadım.

Oturdum, bir sigara yaktım.
Ulaşamayışıma ağladım.


bulut.


8 Temmuz 2014 Salı

İç'ten Geç-me.

     Çünkü her şey çok karışık. Kelimeler de öyle.

      -"Kendimi en mutlu hissettiğim yerdi orası" dedi başına gelecekleri bilmeden...
 Sonra tanrı onu aldı, başka bir eve ama aynı hissin içine koydu. 


  Elimdeki demli çayı sıkı sıkıya kavradığımda, ve çay bitip de kafamı kaldırdığımda orada olacağını  bilmiyordum. "Demek bunca zaman öylece oturmuşum " dedim içimden, sen ellerini bana uzatırken. Ellerinin tüm çizgilerinde kaybolmak istediğim zamanları anımsadım; güzel ve zor zamanları. Henüz kadınlığın ne olduğunu fark eden bedenimin sonsuz çırpınışlarını duydum hemen sonra. Yükselişlerimi, düşüşlerimi, kahkahalarımı gördüm. Kalbimin atış hızına yetişemediğim o günleri anımsadım. Midemdeki o sonsuz boşluğu ve o boşluğun hissettirdiği acıyı da tabii. Ve en çok da gözyaşlarımın tadını hatırladım.

 “Zaman ne çabuk geçmiş” diyerek sarıldığımda sana, orada olacağını inan bilmiyordum. Aslına bakarsan, bugün baktığımda hala orada mısın onu da bilmiyorum. Seni içimde koyduğum yeri öyle gizlemişim ki; artık ben de nerede olduğunu ve kim olduğunu bilmiyorum. Ve bilmek de istemiyorum.



    Ben burada durdum ve büyüdüm. Kendime en büyük kötülüğü yaptığımı bilmeden, geçen yılları ikiyle çarparak, büyüdüm. Hiç fotoğrafımız yoktu, ama aklımdaki tüm fotoğrafları yaktım. Tüm o anıları, yaşananları, verilmiş sözleri bir bir yaktım. Birini unutmak istediğinde öyle olur çünkü, her şeyi silmen gerekir, büyürken öğrendim. Bir daha asla bana nasıl baktığını görmeyecektim. Bir daha asla kokunu duymayacaktım. Bir daha asla sesini duymayacak ve sana dokunamayacaktım. Bir daha asla “Bir daha asla “ ile cümleye başlamayacağımı da öğrendim. Ve birini ancak  o isterse unutabilirmişim, öğrendim. Çok şey öğrendim. Çünkü sen yoktun.



Seninle içimden konuştuğum yıllardan sonra yanına gelince sustum. Çok sevdiğim bir arkadaşım da öyle demişti bir keresinde "susmanın bile bir anlamı oluyor bazen" diye. Ben o uzun suskunluğun içine sayısız kelime sığdırdım. Bu benim geçen yıllarda en sevdiğim oyun oldu. İçimden kavga etmeye içimden affetmeye öyle alıştım ki, bir gün ruhuna üfleneceğini ve canlanacağını bilemezdim. Diğer bilmediğim her şey gibi.


   Şimdi yine buradasın. Sen ve sana ait olan her şey burada olduğunu sana unutturmaya çalışıyor. Ama buradasın. Sana dokunuyorum, seni duyuyorum, kalbini dinliyorum, uyurken seni izliyorum, seni hissediyorum. Seni en baştan var ediyorum. Sanki hiç yok olmamışsın gibi, sanki bir gece hiç gitmemişsin gibi, sanki beni oracıkta yıllarca unutmamışsın gibi, tüm  o çığlıklarımı bastırmamışsın gibi, seni yeniden var ediyorum.
Ve artık varlığın acıtmıyor. Çünkü bu hissi biliyorum.


Ve ben Perdeleri olmayan bir evin içindeyim şimdi; Giyiniyorum, soyunuyorum, sevişiyorum ve hissediyorum. Farkında da değilim ama izleniyorum. Yüreğimi sakladığım tüm evler o evin izdüşümüydü, artık biliyorum.

bulut