31 Ocak 2014 Cuma

Ah be Hasan

      Buraya geleli henüz iki yıl olmuştu Ahmet Amca'yı tanıdığımda. Zorunlu hizmet olarak gönderildiğim bu köyü başlarda çok yadırgamış, daha sonra ise bu köyün bir parçası olmuştum. Şehirden gelen her insan, nerede olursa olsun garip karşılanır; ben de öyle karşılanmıştım. İnsanların gözlerindeki ikircikli tavrın nedenini anlamıyordum, kıyafetlerim mi, üzerimdeki beyaz üniforma mı, yoksa yüzüme oturmuş yabancı olduğumu belli eden çizgiler miydi beni bunca yadırgamalarına sebep? Bilmiyordum.  Köyün küçük çocukları kapımda oyun oynar, ben kapıya çıktım mı kaçarlardı. Saygıda kusur etmiyordu hiçbiri. Muayne edilecekleri vakit; kadınlar utanır, gözlerini benden kaçırırlardı. Kimi zaman elimi öpmeye kalkanlar, hastasını iyi ettim diye kuzu, tavuk ya da yumurta gönderenler olurdu. Ama köyün kahvesinde oturduğum vakit, kimse yanıma yanaşmaz, kendi aralarında konuşur, oyun oynarlardı.
    Bu köyde onuncu ayımın dolduğu sıralarda, burada geçirdiğim vakitler de renklenmeye başladı. Onlar gibi konuşmaya, onlar gibi oturmaya, onların yaptıklarını yapmaya başlamıştım. Artık kahvede yanıma geliyorlar, beraber okey bile oynuyorduk. Köyün meselelerini iyiden iyiye bilmeye başlamış, herkesi tanımıştım. Boş zamanlarımda uzun yürüyüşlere çıkıyor, kimi zaman da köyün çocuklarıyla maç yapıyordum.
    Bir gün hiç tanımadığım biri geldi muaynehaneme. Yüzündeki oturmuş, yer etmiş çizgilerden anladığım kadarıyla yaşı epey vardı. Zor yürüyordu. " Merhaba oğlum, bakıver hele şu göğsüme, bir öksürüktür gidiyor" dediğinde anladım, onun buralardan olmadığını. Konuşması farklıydı.  Muayne ettim. Bir şeye rastlayamadım. Tahliller yapmamız gerektiğini anlattım, her ihtimale karşı. "Yaşın kaç amca senin" diye sorduğumda, duyduğum ses karşısında şaşkınlığımı gizleyemedim, "108" . "Maşallah amca, allah uzun ömürler versin, nasıl bakıyorsun kendine böyle, bize de ver sırrını" dediğimde daha da şaşırttı beni.  "Ya Hasan, bak gördün mü işte böyle, ölenle ölünmüyor, istiyorum ama, ölünmüyor" dedi, ne demek istediğini anlayamamıştım. Giriş cümlesi olarak kullandığı bu sözcük öbeği kafamı karıştırmıştı. Üstelik Hasan'ın kim olduğunu da bilmiyordum. Meraklandım. İhtiyarın cümlesinden daha çok Hasan'ın kim olduğunu düşündüm. O ise, bundan keyif aldığını belli edercesine gülümseyerek, çıkıp gitti. Çok geçmeden öğrenecektim her şeyi, ama çok şey de geçmiş olacaktı. Şimdi düşünüyorum da o günkü aklım olsa, Hasan'ın kim olduğunu  hiç merak etmezdim.

   Kahvede oturuyorduk bir gün, haber geldi. "Ahmet amca öldü" diye çığıran bir küçük çocuktan. Çocuğun tiz sesi suratımın ortasında tokat gibi patladı. Henüz tahlillerini de yaptırmaya gelmemişti. Kim olduğunu, nesi olduğunu hatta neden öldüğünü bile bilmediğim bu ihtiyarın cenazesinden sonra anladım her şeyi. Köyün bir başka ihtiyarına sorduğumda, yüzüme eğildi, büyük bir sır verir gibi sesini kıstı, gözlerini temkinli gezdirdi içerde, "o buralardan değil,dedi, Anlayamadın mı be çocuk, yıllar evvel geldi buraya, bir suç işlemiş zamanında, arkadaşı üstlenmiş suçu Hasan, onun yüzünden yıllarca yatmış içerde. En yakınıymış onun, bir gün haber gelmiş cezaevinden Hasan'ı öldürmüşler. Dayanamamış bu acıya bizimki. Vurmuş kendini oradan oraya. E yaş da geçince sığınıverdi bu köye. Pek çıkmazdı evinden, arada bir görürdük onu. Kimsenin ismini bilmezdi. Herkese Hasan derdi. Allah affeder umarım , çünkü o hiç affetmedi kendini" .

     Kahvenin karanlığında, dünyanın en uzun hikayesini dinlemiş gibi sersemlemiştim. Cebimden ucuz sigaramı çıkardım. Sigaradan derin bir nefes alıp "Yaa Hasan işte böyle, ölüm de gelir bir gün " dedim. Kimse duymadı. Kimse de konuşmadı. Sigaram ve ben sustuk.


bulut.

30 Ocak 2014 Perşembe

Papatyalar Öksüz Kaldı

-Cevher abla'ya


      Başındaki yemenisini düzeltirken yere düşürdüğü çiçek sepeti sayesinde tanıdım onu. Ayaklarımın dibine düşen papatyaları eğilip kaldırmak istediğimde, mahcup gülümsemiş, özür dilemişti. "Kusura bakma ablam, rüzgar işte" dediğinde, sesindeki endişeli neşe içimde bir yeri acıttı. Sustum, sadece gülümsedim. "Allah nazarlardan saklasın seni" dedi. Öksürdü. Yine gülümsedim.
     O yoldan her geçtiğimde dua ederdim, yine düşürsün o sepeti diye. Ama o her seferinde gözlerini kaçırırdı benden. Ya da bana öyle gelirdi. Fazla değil bir kaç ay sonra gördüm onu. Yine yere düşmüş çiçeklerini topluyordu. Yüzündeki neşe silinmiş, gözlerinde hüzün vardı. "Yine mi rüzgar abla" diye takıldım geçerken.
Gülümsedi. "Hem de ne rüzgar" dedi. Şaşırdım, yaprak bile kıpırdamıyordu... "Allah nazarlardan saklasın seni ablam" dedi. Öksürdü. Yine gülümsedim.
    Bir gün gidip oturdum yanındaki iskemleye. Çiçekli şalvarına takıldı gözüm, yer yer yamalıydı. Kırmızı yemenisinin rengi atmıştı. Yüzü solgundu. Yorgunluktan herhalde dedim. Çiçeklerden bahsettik biraz. Onun da en sevdiği çiçek papatyaymış. İki kızı varmış. Kocasını kaybetmiş bir kaç sene evvel. Ailesi uzaklardaymış. "Geçim derdi, naparsın, elde yok avuç da yok iki çocuk bakıyor elime, ben çalışmayayım da kim çalışsın" dedi. Öksürdü. Sonra farkettim, adını bilmiyordum. "Adın ne abla senin" dedim. Kalbine kadar gülümsedi, "Cevher".
 Cevher abla'yı son gördüğümde yine ayaklarımın dibine düşürmüştü çiçeklerini... Gülümsedim.
"Ah be abla, rüzgar da yok ki bu sefer" diyerek papatyaları kaldırdım. Cebimden para çıkardığımda kızdı. "Koy onu cebine" dedi , ikna ettim onu, aldı. Oturduk biraz, kalkarken "al abla" dedim. Papatyaları uzattım ona... Gözleri doldu bu sefer, "Aman be deli kız, dedi, Ne yaptın sen? Çiçek satarım ama, ömrümde kimse çiçek vermedi ki bana"
   Boğazıma bir yumru oturdu. Cevap veremedim, hiç düşünmemiştim. Hazırlıksız yakalamıştı o cümle beni. Ondan sonra utandım gitmeye, hiç geçmedim o yoldan. Nedense bir iki ay sonra cesaret edip geçtim de, bomboştu çiçek tezgahının olduğu yer. İşi vardır belki dedim. Ertesi gün yine geldim, elimde çiçeklerle. Bu sefer ben de onu hazırlıksız yakalayacaktım.  Yan taraftaki sucu amcaya sordum. "Gitti o kızım, dedi, göçüverdi öbür dünyaya gariban naparsın?"




Bulut.


Sessiz Çığlık


                                  


  Geliyordu işte. Bir odanın içinde çığlıklar yükseliyor ve beklenen misafir geliyordu. Kadının alnındaki kırışıklıkların üzerinden damla damla terler süzülüyor, ayak parmaklarından saç tellerine kadar sarsılan kadın, beklenen misafirine sarılıyordu. Hayır bu sefer aynı şey olmayacaktı. Ya da olabilir miydi? İçini kaplayan huzursuzluğa yenik düşen kadın, sesini perde perde yükselterek ağlıyordu. Sahi bu sefer aynı şey olmayacaktı değil mi? Ve işte, bir sancı. Ve daha büyük bir sancı. Ve dahi daha büyük… Beklenen an.

  Gözlerini yorgunlukla açtı kadın. Karnını yokladı. Kıpırdayacak hali dahi yoktu. Pencerenin önündeki beyaz güllere baktı uzun uzun. Tekrar gezdirdi gözlerini odada. Sesi de çıkmıyordu. Evet sesini duymuyordu kadın. Daha önce de duymamıştı. Nereye götürmüşlerdi? Daha önce de götürmüş ve geri getirmemişlerdi. Hayır bu sefer aynı şey olmayacaktı. Bir terslik vardı, hissediyordu. Çünkü bu duyguyu tanıyordu. Gözleri odanın içerisinde birini aradı. Oda neden bu kadar boştu? Ah bu sessizlik… Ah bu sessizlik adamı deli ederdi. Etmişti. Biliyordu.

   Hemen sonra var gücüyle bağırmaya başladı yorgunluğuna ve odanın sessizliğine inat. Sesi bedeninden dışarıya, uzay boşluğuna doğru bir daha yok olmamacasına süzülürken iki doktor odaya girdi.  Neden herkes ve her yer beyazdı? Ah bu beyaz… Ah bu beyaz insanı deli ederdi. Etmişti. Biliyordu. Odaya giren iki doktor kadının ellerini bağladı.  “ Sessiz ol, güvendesin “ dedi yaşça daha olgun görüneni. “Nerede? Nereye götürdünüz “ diye yanıtladı kadın. Diğer doktoru daha önce hiç görmemişti. Yüzü bembeyaz olan bu gence bakınca “ah bu beyaz” diye iç geçirdi. Doktor neden iğneyi hazırlıyordu? Yoksa yine mi? Yine mi aynı şey olmuştu? “Öldü mü” diye sordu kadın. Cevap aradı o yaşlı gözlerde. “Söyleyin öldü mü ” diye hıçkırıklar arasından boğuk sesle, bir yanıt dilendi kadın. Ah hayır, yine o iğne…

   Gözlerini kapadı. Çığlıklarını bastırmıştı bu iğne. Acılarını dindiriyordu bir nebze. Uyutacaktı da birazdan. Ama geçmiyordu işte. Bir iğne bebeğini alıp götürüyordu sanki her defasında. Hatta bir keresinde kocasını bile alıp götürmüştü, tam yedi yıl önce, beyaz güllerin çıktığı vakit. Sonrası; sakinleştiriciler, kar beyazı odalar… Belki biraz da uyku hapları.  Ama hep bir yalnızlık. Yüzündeki acı, odanın geldiği hal ve kadının tavrı  genç doktoru şaşırtmıştı. Hocasına baktı, gözlerindeki aşinalığa dayanarak bir neden aradı. Yaşlıca olan doktor hemen cevap vermedi bu bakışlara. Yerden kirlenmiş, eskimiş yastığı kaldırdı. Kadının yanına koydu. “Yastıklar ölemez,” dedi. Genç doktorun yüzündeki belirsizliğe aldırmadan devam etti, “hele ki son yedi yıldır her beşinci ayın on altısında doğan yastıklar hiç ölemez, merak etme alışırsın. Aslında o bile alıştı sayılır bakma“ . İki doktor da odadan çıktı. Pencerenin önünden içeriye sızan beyaz güllerin kokusu ve kadın odada yalnız kaldı.


bulut.

16 Ocak 2014 Perşembe

Yarım Kalmış Yazı

 -Sen benim bebeğimdin, yürümeyi öğrendin, gittin.


Denizin dalgalarını saçlarında saklayan adam,
Elleri yüreğimin geçmişinde saklı adam,
Elleri buz, yüreği buzdan adam.
Seni özledim. Gel,

bulut

11 Ocak 2014 Cumartesi

Tuzla Buz Hikayem

- Bugün parçalanınca, dün noksan kalmışım,Beni yarım bırakışına inat, seni tam saymışım.


Dağınığım adam, -saçlarım kadar-Tükeniğim,
Ve yorgun.
Hissizim adam, -sessizliğim kadar-
Ceplerimde hikayem,
martılara simit atıyorum, -simiti de pek sever İzmir'in martıları-
Biraz da hikayelerimi...
Atıyorum adam, bu hikayelerin hepsini,
Atıyorum.

Hiç edilmemiş bir dansın,
Şehvetiyle bakıyorsun yüzüme. -bana öyle bakma-
Hiç izlemediğimiz o filmde, çok konuşuyorsun. -sessiz ol, kızıyorum-
Geçmişin dizlerime uzanmış,
Geleceğim, ağzında bir küfür.
Geleceğim adam,
-Bir gün yine geleceğim-

 Hiç edilmemiş bir dansı etmeye,
Hiç izlemediğimiz o filmi izlemeye,
Dudaklarında yarım kalmış o öpücüğü sonlandırmaya,
Dudaklarımda yarım kalmış hikayemi anlatmaya,
Geleceğim adam geleceğim,
Senin soğuk ellerindeki soğumuş çayı içmeye,

Ağzında beylik laflar,
Büyük lokmalar, üzgünüm adam,
Boyundan büyük olur İzmir'de aşklar...


-Bu arada sessiz ol adam, çünkü  bu Martı hikayeleri sevmiyor-


bulut.




5 Ocak 2014 Pazar

Bir veda gerek sana, bana.

- Yüreğim yüreğinde değildi, beraber  uyuyunca, uydurmuşum!

Adam,
Uzak mesafelerden yazıyorum sana,
Uzak ve uzun yollardan - hayır dönmeyeceğim-
Ellerinin yetemeyeceği mesafelerden,
Ellerimin buz gibi olduğu şehirlerden,
Artık ellerimi düşlemenin sana yasak olduğu deniz kıyılarından,
Yazıyorum.
Okursan şayet; dinle.

Bir şarap şişesi ne kadar bitik olabilirse o kadar bitiğim işte!
Ve bir şarap şişesi kadar;
Geçmişte kalmış. - hayır dönmeyeceğim-
Bir şarap şişesi kadar yitik.
Bir şarap şişesi kadar kırık ve kimsesiz.
Ve beraber açtığımız bir şarap şişesi kadar sana; Uzak.
Lanetlenmiş bir öpücüğün ardından yazıyorum sana,
Lanetli bir tükürük tadının, alnıma yapışmış bir suçlama olamayacağı kadar,
Suçlayıp beni parçalayacak kadar üzemeyeceği,
Ağlatamayacağı,
Ve bir o kadar da yok edemeyeceği kadar Uzaklardan yazıyorum.
Okursan şayet; dinle.
Ruhumun yorgunluğundan yazıyorum,
Ruhumun tükenmişliğinden,
Ruhunun gökyüzünden düşüyorum adam,
Gök yüzünden düşen bin parça, canımı acıttığı için;
Ve belki de her parça yüreğime battığı için !

-bana öyle bakma adam sen istedin, ben gidiyorum-
Bir veda gerek sana,

Bana,
-ve o yatağa-
-ve o eve-
-ve o öpücüğe-


Elveda adam.


Gidiyorum.



-bulut