4 Ağustos 2014 Pazartesi

On İkinci Mevsim

 -Bazı fotoğraflarda gülmüyoruz, mesela tanrının çektiklerinde.



 Sabahın ilk ışıkları doluyordu içime. Şehir ayaklanıyor, insanlar birkaç dakika daha uyumanın peşine düşüyordu. Dünyanın en huzursuz uykusu olarak nitelendirdiğim fakat geriye dönüp baktığımda çok özleyeceğim o uykunun içindeydim ben de. Yanımda nefes alan ve nefesinde boğulmayı göze aldığım bir adamın elleri vardı göğsümde; küçük. Küçücük parmakları, özenle kesilmiş tırnakları, masumlukla yıkanmış uykuda yüzü...  Karışık saçları, yorgun gözleri, hayatın tüm yorgunluğuna isyan eden  ve bu yüzden beyazları misafir eden sakalları... Hepimiz o sabah uyuyorduk. İç içe. İçten içe. Ben uykuda bir türkü tutturmuştum, ben uykuda bir duadan geçmiştim, ben uykuda bir başka adamın uykusuna misafir olmuştum, ben uykuda yanımdaki adamın nefesine koku olmuştum. Ben uykuda mutsuzdum. Ama olduğum yerde; mutlu.


Nasıl oldu bilmiyorum ama uyandık. O bir sesle bense bir cümleyle...
 
 En masum hallerine, en hayvani anlarına, en sevgi dolu ve en sevgisiz yanlarına tanıklık ettiğim adam; daha önce canımı hiç bu kadar yakmamıştı. Isınır sandığım, ama bir şekilde ısınamamış yüreğimin buz tutmuş her yerinde gezinen ve tüm derinliklerine inip, yıllarca saklı kalan, tüm o her şeyi gün yüzüne çıkaran adam; daha önce beni hiç bu kadar acıtmamıştı. İçimdeki buz kütlesini hiç kırmamıştı. Hem de bir cümleyle. İki kelimeden oluşan bir cümleyle, içimde ölen tüm çocukların ardından, ağladım. On iki mevsim sonra. On iki mevsim sonra, rahmimi parçalayan tüm acıların içinde, ağladım.

Yüreğim ve yüreği arasındaki o uzun mesafeyi adımladım, ama ulaşamadım. Başka bir yüzyılda, başka bir mevsimde ve başka bir saatte tanıyıp yine kokusunu sevdiğim adama, bu sefer ulaşamadım.

Oturdum, bir sigara yaktım.
Ulaşamayışıma ağladım.


bulut.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder